Mübadele Sürecinde Göçmenlerde Salgın Hastalık Riski ve “Fare İtlafı”

“Şehrimizin insanları… Geleceği, gidiş gelişleri, tartışmaları yok eden bir veba salgınını nereden akıllarına getirebilirlerdi? Kendilerini hür sanıyorlardı; oysa felaketler oldukça, kimse hür değildir!”…

Var oluşçu düşünürlerden Albert Camus ünlü Veba adlı romanının başkahramanı, Dr. Ricux’a bu sözleri söyletiyor[1]

Elbette kimse felaketler karşısında özgür değildir; hele bu yüzyılları aşan etkileriyle nice canlar alan, evler-ocaklar söndüren veba gibi bir illetse… Ortaçağ’ın batı dünyasında, mahşerin dört atlısı olarak sayılan felaketler vardı. Savaş, kıtlık, ölüm ve veba[2]

Veba, hiçbir zaman tek başına anılmadı; yanında hep onunla birlikte anılan, neredeyse ikiz kardeşi sayılan bir canlı yer aldı:

Veba ve fareler; eskilerin deyişiyle “tậ’ũn” (fare)

Veba salgın hastalık türlerinden biri olarak, tarih boyunca hep en korkulanı oldu. Denizler ve limanlar da veba illetinin yayılmasında birinci derecede etken olmakla ünlendiler. Denizden gelerek bir limana önce gemiler yanaşırdı; sonra da gemilerde çok bulunan farelerden virüs taşıyanlar limana kapağı atarlardı.  Gemide virüs yoksa ancak veba salgını olan bir kentin limanına uğramışsa, virüs taşıyıcı fareler denk yığınları arasında ya da kıyıda dubalara bağlanan ipler üzerinden yürüyerek gemiye çıkarlardı.  Virüs taşıyan gemiyse, gittiği yere fareler aracılığıyla veba taşırdı; virüs kıyıyı ve limanların korunaklı yerlerini mekân tutmuşsa, kıyıdan gemiye çıkan fareler virüsü gemiye aktarırlardı. Böylece gemiler ve onların vazgeçilmez konukları fareler, gittikleri yerlere veba virüsünü taşıyıp dururlardı. Onlar hizbe yerleri seviyorlardı; gemilerin dar mekânlarında kolayca gizlenebilecekleri yığınla yerler vardı. Oralarda hem bol bol ürerlerdi hem de veba virüsü almışlarsa, kendi bedenlerinde virüsün en azgın ve keskin mutasyonunu gerçekleştirirlerdi.

Günümüzde olduğu gibi, eski zamanlarda da denizler, en yoğun, en hızlı ve en ucuz yük ve insan taşınan alanlardı. Önce yelkenli, Sanayi Devrimi’nden sonra da buharlı ve motorlu gemiler yük ve insan taşırlarken, veba virüsü de taşırlardı. Yalnız veba virüsü değil, pek difteri, çiçek, kızamık, kızıl gibi virüsleri de günler boyu süren yolculuklar sonunda, başka limanlara aktarır dururlardı. Ancak yine de taşıdıkları bu virüslerin en tehlikelisi kuşkusuz, vebaydı. Veba hızla yayılan bir salgındı. Bu illetin virüsünü taşıyan bir kara parçasına açılan herhangi bir limandan yük ya da insan alan bir geminin, gittiği her yere veba virüsünü götürme riski vardı. Tarihin değişik dönemlerinde önceleri tanımlanamayan ve genel olarak pagan kültürler tarafından “Tanrının Laneti” ya da “Kara Ölüm” olarak tanımlanan bu virüs yüzünden, değişik ve uzun zamanlarda, geniş mekânlara yayılan etki alanları içinde milyonlarca kişi öldü. İlkçağlarda Filistin’de, Etiyopya’da, Yunanistan’da ve Roma İmparatorluğu’nda gerçekleşen büyük salgınlarda milyonlar telef oldu. Kimi salgınların ihtirası büyük oluyor, bitmek bilmiyordu. Örneğin 1346’da Hazar Denizi kıyısında başlayan veba salgını dört yüz yıl boyunca sürdü. Bu kadar uzun süreli bir zaman diliminde, milyonlarca insan bu salgında korkunç görüntüler oluşturarak can verdi.  Uzak doğuyu sık sık kasıp kavuran bu illet, Ortadoğu’dan da neredeyse hiç eksik olmadı. Fare ölülerinin çevreyi kirletmesinden ya da bir pirenin ısırmasıyla bile bulaşabilen bu salgın virüsü alan kişiye dayanılmaz acılar veriyordu. Kişinin virüsü bedenine almasının ardından koltuk altlarında önce siyah bir leke oluşuyordu. Sonra da koltuk altlarında, kasıklarında ve boynunda yumurta büyüklüğünde şişlikler görülüyordu. Türkçenin yaygın halk dilinde“Yumrucuk” da denilen “hıyarcıklı” türünün yol açtığı ölümün biçimi, buna tanık olanlara tuhaf bir ürküntü veriyordu. Virüs önce seçtiği kurbanı şiddetli bir ateş altında bulunduruyordu. Ateşi yaygın titremeler ve üşümeler izliyor; mikrop bedene bulaştıktan sonraki bir hafta içinde kurbanını acımasızca yok ediyordu. Ölen kişi ölüm anında ilkel kültürlerin değişik anlamlar verdiği bir ölüm dansı yapıyordu. Gördüğü varsanımın etkisiyle tuhaf hareketler yapan, ancak bu hareketleri ölüm anının geldiğini gösteren kişiyi izleyenlerin ölene bu hareketlerinden dolayı ürküntüyle bakmalarına neden oluyordu. 628 depreminin hemen ardından İstanbul’da büyük bir veba salgını yaşanmıştı. Hastalığın zirvede olduğu günlerde, günlük ölü sayısı binleri geçmiş, İstanbul bir toplu mezara dönmüştü. Galata’daki gözetleme kulelerinin çatılarına kadar ceset dolduğundan söz ediliyordu. Kentin üzerine kara bir kâbus gibi ölüm çökmüş; ölmek üzere olan vebalı insanlar, sürekli gördükleri düşler nedeniyle kendilerini denize atmaya başlamışlardı. Neredeyse, ölüleri gömecek yer kalmamıştı. Söylentiye göre; cesetlerin ölü gömülecek yer kalmadığı için üst üste kayıklara yığılarak denize bırakılıyordu[3]. Vebadan ölenlerin idrarı, teri, tükürüğü dayanılmayacak derecede kötü kokuyordu. Akciğer vebası ise soğuk havalarda, virüsün akciğerlere yerleşmesiyle gerçekleşiyordu. Virüsün belli bir süre bedende kalmasından sonra, burundan ağır şekilde kokan koyu bir kan geliyor; virüs bulaştıktan sonra kurbanını 24 saat içinde öldürebiliyordu. Son derece hızlı yayılan vebadan korunma yolu yoktu. Tek çözüm yolu olarak ölüler derin çukurların içine gömülüyor ya da yakılıyor; virüsün yayılma koşulları bilinmediği için tecrit uygulaması düşünülemiyordu. 14. Yüzyılda Orta Asya’dan güneye ve batıya, oradan da Avrupa’ya bu kötü illet yeniden sıçradı. Kara Ölüm, Ortaçağ’da Suriye ve Mısır’da uzun yüzyıllar boyunca özgürce dolaştı[4]. Virüs Anadolu coğrafyasını da etkilemekten geri kalmadı. Selçuklular ve beylikler döneminde de eksik olmayan veba 15. yüzyılda Osmanlı topraklarını kasıp kavurdu. Bu illetten Osmanlı Devleti de ağır ölçüde payını almıştı[5]. Bu salgın belli dönemlerde o kadar uzun sürmüş, o denli etkili olmuştu ki; tarihçi Gelibolu’lu Ali’ye; Zâd u zevâde kılleti öldürdü halkı hep / Her nesne nâdir anda fe’emmâ vebâsı bol biçiminde beyit bile yazdırdı[6].

Tarihçi Gelibolu’lu Ali bunları yazdı; ama illet hiç durmadı; hoyratlığından ve saldırganlığından hiç geri kalmadı. Yanına başka salgın türlerini de alarak, tarih boyunca insan neslini kavurdu durdu. 16. Yüzyılın ikinci yarısında İstanbul kenti vebadan adeta kırıldı. Yüz binlerce İstanbullu bu korkunç salgında yaşamını yitirdi. Kraliçe Elizabeth’in İspanya Kralı’na karşı bir ittifak umuduyla İstanbul’a yolladığı İngiltere Elçisi Edward Barton da bu ölenler arasındaydı. Heybeliada’ya gömülen Barton’un mezar taşına şu yazı kazındı: “İngiltere kraliçesinin pek meşhur ve pek muhterem sözcüsü Edward Barton, Türklerle beraber sefere gitmiş ve dönüş yolunda ölmüştür. Ruhu şad olsun” [7].

Sürekli kol gezen, her belirdiği yerde yüz binlerce kişinin ölümüne yol açan bu tehlikeli salgın, büyük savaşlarda önemli yıkımlara yol açtığı gibi[8]; Osmanlı’dan Cumhuriyete geçiş sürecinde de en çok korkulan illetlerden birisi oldu. Mübadele gibi, yüz binleri ilgilendiren bir kitlesel göçte de veba riski, her zaman dikkat edilmesi gereken bir sorun olarak algılandı.[9].

O dönemde başta sıtma, malarya, trahom, kızamık, çiçek olmak üzere bulaşıcı hastalıklar her yerde sık biçimde görülmekteydi. Bir yandan kötü yaşama ve beslenme koşulları, bir yandan yoksulluk ve gelişmişlik düzeyinin düşüklüğü, aşı ve ilaçların yeterince gelişmemiş oluşu, çevre temizliğine gereken özenin gösterilememesi ve türlü olanaksızlıklar, bilgisizlik ve bilinçsizlik yüzünden çok basit bir salgına karşı bile yeterli savaşım verilemiyordu. Savaşlarda cephede düşman kurşunundan daha çok, salgın hastalıklarından ölümler vardı. Salgın hastalıklarının etkisi toplum kesimleri üzerinde o denli büyüktü ki, Türk edebiyatında da Albert Camus’un yapıtı gibi edebi yapıtlar ortaya konuldu[10].

Toplu göçler, salgın hastalıklar için en uygun ortamı oluşturuyorlardı. Kurtuluş Savaşı’nın bitiminde önce Anadolu Rumları kendilerini Yunanistan’a atmışlardı[11]. Yunanistan’da yaşanan olağanüstü insan yığılması, salgın riskini artırdı. Evsiz barksız, perişan görüntülü bu insanlar için bir ön araştırma yapıldı. Bu araştırmalar sonunda Rum göçmenler arasında üç “lekeli humma” olayı görülmüştü[12]. Halk arasında lekeli humma olarak bilinen bu hastalığın adı frengiydi. Son derece bulaşıcı ve tehlikeli bir virüs önlem alınmadığında hızla yayılabilir, kitlelerin ölümüne neden olabilirdi. Açlık, yorgunluk, pislik; arka arkaya gelen felaketler ve bu süreçlerde bireylerin birbirleriyle yakın temaslar yapma zorunluluğu, üst üste oluşan yığılmalar, virüsün yayılması için son derece uygun ortamlar hazırlıyordu. Virüsün yayılmasında en etkin aktör, pislik yüzünden oluşan bitlerdi. Virüsü almış bir hastayı derisinden ısıran bir bit, virüsü kendi bünyesine alıyor; üç dört gün içinde olgunlaştırdıktan sonra, başka kişilere bulaştırabiliyordu. Bunun için bitin insanı ısırmasına gerek yoktu; bitlerden geriye kalan artıklar ya da bitin deride ezilmesinden sonra, onun vücudundan çıkan pislik, bir kaşınma ile bile çok rahatlıkla kaşınan kişinin kanına karışabiliyor; kişi virüsü kolayca bedenine alabiliyordu. Ufak tırnak yaralarıyla vücut derhal virüslü bir taşıyıcı haline gelebiliyordu. Temel neden, bitin hastayı ısırması değil, bitten öyle ya da böyle geriye kalan virüslü artıktı. O dönemde antibiyotikler henüz bulunmuş değildi. Bu nedenle, hastayı tecrit etmekten ve bitten arındırmaktan başka bir yol bilinmiyordu.  Böyle de olsa, vücuda giren virüs, vücudun her yanına bir örümcek ağı gibi yayılıyor, kılcal damarlar aracılığıyla en uçtaki dokulara kadar uzanıyor; beyinde ya da sinir sisteminde çoğalarak, felçler oluşturabiliyordu. Bu nedenle göç eden kişiler arasında tifüs görülmesi ciddi endişeler yarattı. Zaten frengi, o dönemde Anadolu’da da sık sık karşılaşılan salgın hastalıklardan birisiydi.

Bu endişeler yaşanırken, mübadele edilecek Türkler de yola çıktılar. 1923 yılı sonlarına doğru bunlar arasında kızıl salgını görüldü.  Yunanistan’la yapılan görüşmeler sonrasında, Yunan Hükümeti’nin izin vermesiyle Salihli Hükümet Tabibi Mahmut Bey bu hastalık salgını konusunda Türkiye’ye getirilecek göçmenler üzerinde araştırma yapmak üzere Kavala’ya gönderildi. Onun yaptığı ön araştırma, göçmenler arasında kızıl salgınının doğru olduğunu ortaya koydu. Kızıl tifüs kadar olmasa da yine de hızla yayılabilen, korkutucu bir hastalıktı. Vücutta yaygın, kırmızı lekelerin çıkmasıyla kendisini gösteriyordu. Bu bulaşıcı illet, virüsün insan boğazına ve bademciklerine yerleşen ufak, yuvarlak görüntülü bir virüsle bulaşıyordu. Virüsü alan kişinin konuşurken, aksırırken ya da öksürmesiyle boğazından fırlayan tükürük, virüsün yayılmasında başlıca etkendi.  Hastalık önce titreme ve ürpermelerle başlıyor; giderek ateş yükseliyor, bademcikler şişiyor; vücutta yaygın kırmızı lekeler oluşuyordu. Bedeni saran virüsler, hastalığın ileri aşamalarında iki böbreğin birden iltihaplanmasına ve giderek ölümle sonuçlanan felaketlere bile yol açabiliyordu. Hastalığa yakalanan taşıyıcının kesin olarak başkalarıyla temas etmemesi ve ağırlıklı olarak dinlenmeye dayanan tedavisi yapılmalıydı. Ancak perişan biçimde yollara dökülmüş bu insanlar için bu önlemlerin alınması bir yana, sırf bu zor koşullarda yolculuk hastalığın hızla yayılması için çok uygun ortamlar yaratıyordu. Mahmut Bey hastalığın tanısını koymuş, durumu Türkiye’ye bildirmişti. Bu amaçla Aksaray Hükümet Tabibi Refet Bey de Kandiye’ye gönderilerek, onun Kandiye ve çevresinde araştırmalar yapması istendi[13].

Araştırmalarda göçmenlerde bu tür salgın virüslerin tanısı konsa da bunun yaygın olmadığı ve kontrol altına alınabileceği anlaşıldı. Ancak yine de en çok korkulan illet veba ve koleraydı. Bu iki tehlikeli salgının yayılması durumunda bunun önünü alma olanağı hemen hemen yoktu. Kitleler bu salgınlardan etkilenebilir, ondan da öte, hastalık Türkiye’ye göçmenler aracılığıyla taşınabilirdi.  Mübadele İmar ve İskân Vekâleti ile Kızılay’a bağlı sağlık kurulları yola çıkan ve bir süre sonra da Türk gemileriyle taşınmaya başlayan göçmenleri sıkı bir gözlem altına aldılar. İlk başlarda pek belirti görülmese de göçmenlerde zor yolculuk koşullarında, ardından da Türkiye’de iskelelere çıkmaları sonrasında kimi kuşkulu gözlemler yapıldı. Bu nedenle, Sıhhiye ve Muavenet-i İçtimaiye Vekâleti (Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı) ile Mübadele İmar ve İskân Bakanlığı arasında sıkı bir çalışma, denetim ve eşgüdümün sağlanmasına gereksinim vardı. Daha bindirme iskelelerinde göçmenler için başta çiçek aşısı olmak üzere, kimi hastalıklara dönük aşılamaların yapılması gerekiyordu. İskelelere yığılan göçmenlere, salgınlara karşı aşılar yapılıyordu. Aşısını yaptırdıktan sonra aşı belgesini alan göçmen, göçmen bindirmeye gelen gemiye binebiliyordu. Ancak bu da yeterli değildi. Deniz yolculuğunun bitmesinden sonra yeni bir arındırma işlemi gerekiyordu. Bu nedenle Türkiye’de Klazumen (Urla), Tuzla ve Mersin gibi yerlerde karantinalar oluşturulmuştu. Bunların yanı sıra, her indirme iskelesinde gelen göçmenlerin sağlık denetimlerini yapacak küçük ölçekli sağlık kurulları oluşturuldu[14]. Gemilerde doktorlar ve doktorların yanında başka sağlık uzmanları görev yapıyorlardı. Kuşkulu bir durum olduğunda, gemi doktorunun indirme kurullarına verdiği rapor uyarınca ya da göçmen karaya indikten sonra kuşkulu durumlar gözlemlenince, gereken uyarılar yapılıyor ve önlem alınma yoluna gidiliyordu. Örneğin, 01 Şubat 1924 tarihinde Bursa Vilayet makamına yazılan bir yazıda, Bursa’ya gelen göçmenlerle ilgili önemli bir uyarıda bulunuldu. Buraya yerleştirilen göçmenlere ilişkin kuşkulu gözlemler vardı. Göçmenlerde bulaşıcı bir hastalık olup olmadığı dikkatli biçimde araştırılmalıydı. Bursa’ya o günlerde Selanik’ten ve Selanik’e yakın yerleşim yerlerinden göçmenler gelmişti. Selanik ve yakın çevresinde o günlerde yerli Rumlar arasında kuşkulu ölüm olaylarına tanık olunmuştu. Bu ölüm olaylarının nedeni tam olarak bilinmiyordu. Pekâlâ, korkulan bir salgın riski olabilir, bu da önü alınmaz felaketlere yol açabilirdi. Yazıda bu anımsatılıyor; bu saptamadan hareketle Bursa’ya yerleştirilen göçmenlerin gözlem altına alınması isteniyordu. Başta kinin olmak üzere, gerekli önleyici aşı ve ilaçlar yeteri ölçüde ilgili yerlerde bulundurulmalıydı. Beklenmedik bir duruma izin verilmemeliydi. Bir salgın durumu saptandığında göçmen gruplar daha karaya inmeden, gemide görev yapan doktor ve sağlık ekiplerinden gerekli bilgiler alınmalıydı. Bu yapıldıktan sonra, iskelede hazır bulundurulan diğer doktorlar ve sağlık kurulları tarafından gemideki göçmenin, gemiden alınan durumuyla ilgili rapor doğrultusundan muayenesi yapılmalıydı. Şüpheli bir durum bulunduğunda ya da bir salgın ya da hastalıkla ilgili tanı konulduğunda yapılacak şey açıktı: Bu hastalığın tedavisi yapılıncaya kadar, ülke insanıyla, yani Bursalı yerli halkla göçmenlerin “bir temas ve münasebetine” engel olunmalıydı. Bu göz ardı edilmemesi gereken, üzerinde duyarlılıkla durulması gereken bir işlemdi. Basit bir temas sonucu hastalık denetlenemez biçimde yerli kişiler arasında da yayılabilirdi. Buna olabildiğince dikkat edilerek kuşkulu ya da hasta göçmen misafirhaneye alınmalı, gözlemde tutulmalıydı. Bu süre içinde de tıbben gerekli olan neyse, onun yapılması gerekiyordu[15].

Bakanlığı böyle dikkatli davranmaya yönelten belirtiler kimi yerlerde görülmüştü. Bu durum ister istemez endişenin ve kuşkunun yanında, korkuyu da getiriyordu. Tanık olunan kimi salgına yol açabilecek gelişmeler, dikkatli davranmayı gerekli kılmıştı. Örneğin Akdeniz gemisiyle Mudanya’ya Kavala’dan bir gurup göçmen getirilmişti. Gemiye bindirilen göçmenlerle ilgili, sağlık denetimlerinin Kavala Bindirme iskelesinde yapılmadığı sonradan öğrenilmişti. Vapurda bazı salgın olayları görülünce, göçmenler Mudanya’ya getirilmeden Tuzla’daki karantinaya götürülmüş ve gerekli sağlık denetimlerinden ve önlem alma eyleminden sonra Mudanya’ya getirilmişlerdi. Buna benzer bir durum Çanakkale’de de yaşanmıştı[16]. Yine böyle bir olay o tarihlerde Mersin’e göçmen getiren gemilerde görüldü. Bu kente önce İstanbul, ardından da Rize vapurları bir gün arayla göçmen getirmişlerdi. İstanbul vapuru 867, Rize vapuru da 608 göçmeni Mersin’e indirmişti. Göçmenler Kavala’dan arka arkaya bindirilmiş ve neredeyse iki gemi aynı anda hareket etmişti. Yalnız ilginç bir durumla karşılaşılmıştı. İstanbul gemisinde, Mersin’e kadar süren yolculukta hiçbir olay olmazken, Rize gemisinde üç ölüm olayı meydana gelmişti. Geminin doktoru vardı. İstanbul gemisinde ölüm olayı olmamakla birlikte, aynı yerden ve bir gün arayla aynı kente gelen Rize’de üç ölüm olayının olması kuşku vericiydi. Bu durumda tedbirli olmaktan başka bir seçenek yoktu. Göçmenlerin indirildikleri Mersin iskelesinden, karantinaya kadar, hiç kimse ile temasa geçmemesi sağlandı ve karantinada gerekli sağlık işlemleri yapıldı[17].

Ancak süreç içinde, Mersin’e göçmen taşıyan diğer gemilerde, başka bir eksiklik de gözlemlendi. Mersin’e göçmen getirmekte olan gemilerden bazılarında doktor ve hastabakıcı bulunmadığı saptanmıştı. Bu saptamayla birlikte durum; derhal Mersin Heyet-i Sevkiye Riyaseti tarafından Hilal-i Ahmer Cemiyeti Merkezi’ne bildirildi. Merkez, bu ihbarla birlikte hemen duruma müdahale etti. İlgili kurumlara yazı yazarak, Mersin’e göçmen taşıyan gemilerde doktor olup olmadığının sıkı bir takibe alınması istendi. Bununla birlikte, mutlaka doktor ve yeteri kadar hastabakıcı bulundurulması da emredildi. Bu durum sadece istenmiyor, sonucun izlenerek, merkezin sonuçtan haberdar edilmesi de belirtiliyordu[18]. Merkezin müdahalesi ile konu kurullar tarafından incelenmeye alındı. Bu incelemenin sonucunda gemilerin bazılarının yanlarına doktor ve hastabakıcı almadan seferlere çıktıkları anlaşıldı. Bu son derece önemli bir ihmaldi. Her geminin göçmen taşımaya giderken, yanında doktor, hastabakıcı ve gerektiği kadar sağlık malzemesi alması çok önceden, Türk Vapurcular Birliği ile yapılan ön sözleşmede kurala bağlanmıştı. Salgın riski varken, böyle bir duyarsızlık büyük bir eksiklik olarak görülüyordu. Durum İstanbul Sevkıyat ve Nakliyat Müdüriyeti’ne bildirildi. Gemilerin gidiş-gelişini denetleme işlevini üstlenmiş olan kurum, gerekli uyarıyı yapmalı ve eksik donanım ve personel gereksiniminin edinilmesini sağlamalıydı[19] .

Konuyu duyan bakanlık, soruna duyarlılıkla ve ilgiyle yaklaştı. Bir genelge yayınlayarak, hiçbir geminin doktorsuz, sağlık elemanı olmaksızın ve gerekli sağlık malzemesi almaksızın yola çıkmaması buyruğunu verdi. Bunun için özenle çaba gösterilecek; bu konuya duyarlılıkta bir eksiklik duyulduğunda, kesin olarak gemi yolundan alıkonulacaktı. Eksik donanımla yola çıkmaktansa, hiç çıkmamak yeğleniyordu. Bakanlığın bu uyarısından sonra, eksik donanımla yola çıkmama ilkesine sıkı sıkıya uyulmaya başlandı. Yetkili kurum ve kişiler de bu buyruğa ve ilkeye kesinlikle uymaya başladılar. Eksik donanımla yola çıkan gemi uyarılıyor; eksikliğini gidermesi için gemiye süre tanınıyor, buna karşın yine de eksiklik görülürse, gemi yolundan alıkonuluyordu. Böyle bir alıkoyma, Rize gemisiyle ilgili olarak yaşandı. Gemi İzmir’den Yunanistan’a doğru yola çıkmıştı. Gemi yola çıktıktan sonra, gemide sağlık memuru bulunmadığı anlaşıldı. Yapılan inceleme, böyle bir özensizlik olduğunu gösteriyordu. Bu durumun anlaşılması üzerine, gemi yolundan alıkonuldu; gerektiği biçimde iletişim kurularak, Urla açıklarında durduruldu. Kesin bir dille gemiye bu eksiklikler giderilmeden yola devam edemeyeceği bildirildi ve yasak kondu. Bunun üzerine gemi, Urla’ya geri döndü. Yanına doktor ve gerektiği kadar sağlık çalışanı alarak yoluna devam edebildi[20]. Bu sorunun sık sık yaşanabileceği olasılığı göz önüne alınarak, gemilerin hareket yeri olan liman ve iskeleler arasında seyyar doktorlar ve sağlık çalışanları görevlendirildi. Gemilerde bu tür eksiklikler görüldüğünde, gezici olarak görev yapan doktorlar ve diğer sağlık çalışanları hızla geminin bulunduğu yere gönderiliyor; bu insanlar gemiye bindirildikten sonra gemiler yollarına devam edebiliyorlardı[21]. Önce 11 kişi olarak belirlenen bu gezici doktorların sayısı, sonradan beş kişi daha eklenerek 16’ya yükseltildi[22].

Salgın hastalık riski, yalnız Yunanistan’dan Türk göçmenleri taşıyan gemiler için söz konusu değildi. Aynı biçimde, Türkiye’den Yunanistan’a Ortodoks taşıyan göçmenler için de böyle bir tehlike bulunuyordu. Türkiye sahillerinden Rumları alarak yola çıkan Yunan Anloni gemisinde iki kolera olayının bulunduğu bilgisi gelmişti. Salgın Türk ya da Ortodoks ayırımı yapmaz; milliyet tanımazdı. Sonuçta, virüs bu insanlarda bulunuyorsa, bunların hareket ettiği ortamlarda ya da temasta bulunduğu çevrelerde, virüsün bulunma olasılığı yüksekti. Bu bilgi üzerine koleralı Rum yolcuları taşıyan geminin İstanbul’a uğrayıp uğramadığı merakla soruşturuldu. Geminin hangi iskelelerden yükleme yaptığı öğrenilmeye çalışıldı. İncelemeler sonunda bu gemide koleralı hasta olmadığı anlaşılmış; ardından derin bir nefes alınmıştı[23].

Gemiler sürekli yolcu taşıyorlardı. Taşınan her geminin varsa virüslerden arındırılması için koşullar ölçüsünde olabildiğince çaba gösteriliyordu. En yaygın bulaşıcı hastalık, kızamık ve çiçekti. Selanik ve Kavala bindirme iskelelerinden gelenler arasında beş bin kızamık olayına rastlandı. Ayrıca çiçek virüsü de belirlendi. Bu hastalıklara karşı aşılama yapılıyordu; ancak yine de virüs ister istemez, taşıyıcı hasta ile birlikte gemilerde yolculuk ediyordu. Yerli kitleler arasında bu salgınların yayılması için karantina önlemi uygulanıyor; taşıyıcı göçmenlerin tedavileri gözlem altında yapılıyordu. 1924 yılı Şubat ayı salgın hastalıklar yönünden en zor ay oldu. Kavala ve Selanik yöresinde bu ay içinde gemi gelmesini bekleyen 188 kişinin öldüğü haberi alındı. Bunun nedeni, bu tür salgınlarla birlikte, uzun süre yollarda ve açıkta olmalarından dolayı içinde bulundukları sefaletti. Bölgede şubat ayı zarfında ölenlerin sayısı 188’di. Bunun da ağırlıklı nedeni, bu belirtilen hastalıklarla ilgili olmalarıydı. Yorucu yolculuklara zor direnen bedenler, bir de virüse karşı direnç gösteremeyince, kendisini bırakıveriyordu[24].

Girit’ten gelen mübadillerden bazılarında cüzam illeti de görüldü. Bunlar daha gemilere bindirilmeden, Girit’te karantinaya alındılar. Sayıları üçtü. Bunlar Müslüman’dı ve sonuçta Türkiye’ye geleceklerdi. Türk Murahhas Heyeti Başkanı Tevfik Rüştü Bey, 06.03.1924 tarihinde Mübadele Vekâleti’ne bir yazı yazarak, bu hastalığa yakalanan kişilerin nereye gönderileceğini, gönderildikten sonra da tecrit edilip edilemeyeceklerini sordu. Girit’ten göçmen taşıma işinin yakında son bulacağını belirten Tevfik Rüştü Bey, tecrit edilmiş durumda bekletilen bu kişilerle ilgili bir karara varılmasının zorunluluğunu dile getirdi. Taşıma işi yakında son bulacaktı. Dolayısıyla bu kişilerle ilgili de bir karara varmak gerekiyordu. Vekâlet Sağlık Müdürlüklerine genelge göndererek, tecrit edilmiş biçimde getirilecek kişilerin, başkalarıyla temaslarının önlenmesi için gerekli önlemler alınarak İstanbul Emraz-ı Sâriye Hastanesi’ne gönderilmeleri istendi[25].

Bu süreçte aşılama işleri sürüyordu. Bindirme iskelelerinde tifo aşısı yapılan kişilerin yolculuklarında zorlandıkları görüldü. Kötü hava koşullarının, geminin kapalı ortamının getirdiği güçlüklerle aşının sonraki etkileri birleşince, yolculuk göçmen için çok zor olabiliyordu. Bunun için tifo aşılarının yükleme iskelelerinden sonra hiçbir aksamaya uğratılmayarak ihraç iskelelerine gönderilmesi kararı verildi. Durum ilgili kişilere emredilerek, sonucun bildirilmesi istendi[26].

Ve veba…

Ölümün atlısı; korkulan illet; bu illetle özdeşleşmiş “tậ’ũn; yani fareler…

Albert Camus, Veba’nın farelerini şu satırlarla anlatıyor: “Kaldırımda yürüyenlerin, henüz sıcaklığını kaybetmemiş bir fare leşinin yumuşak gövdesine bastıkları da oluyordu. Evlerimizin üstünde kurulu bulunduğu toprak, bağrında sakladıklarından kendisini temizlemek istiyor gibiydi. Bugüne kadar içten içe işleyen çıbanlarını, irinlerini artık yeryüzüne gönderiyordu”[27]

Veba, tarih boyunca hep insanlığı ürkütmüştü. Bu yolculukta göçmenler açısından en çok korkulan salgın türü de kuşkusuz vebaydı. Vebanın yayılmasında en büyük rolü tarih boyunca hep gemiler ve gemilerden hiç eksik olmayan fareler oynamıştı. Özellikle Akdeniz kıyısındaki kentler, tamamı ahşaptan yapılan gemilerin taşıdığı mikroplarla sık sık istilaya uğramışlardı. Salgın dönemlerinde her hangi bir limandan demir alan her hangi bir geminin içindeki insan sayısını koruması mümkün olmazdı. İçinde vebalı bulunduğundan kuşkulanılan gemiler pek çok limanda uygulanan güvenlik nedeniyle, kıyılara yaklaştırılmazdı. Öyle ki gemi süvarisi de vebanın pençesine düşer; limanlara sokulmayan vebalı gemilere açık denizlerde sürüklenip dururken, hayalet gemilere korsanlar bile ilişmezlerdi[28].

Mübadele süreci sürerken yalnız Türkiye’de değil, Yunanistan’da da olası bir veba salgını yürekleri hoplatıyor,  kulaklara gelen, hatta kimi gazetelerde yer alan haberler doğal olarak Türkiye tarafında önemli bir kaygı yaratıyordu. Söylenen, kimi zaman resmi belgelerde bile yer alan bilgi şuydu: Yunanistan’da başta veba olmak üzere bulaşıcı hastalıkların yaygın olduğu yönünde duyumlar ve belirtiler vardı. Türkiye’den Yunanistan’a giden, günlerce göçmen yüklemek için Yunanistan limanlarında bekleyen gemilerin Yunanistan’dan veba virüsü kapması ve Türkiye’ye taşıması büyük bir risk yaratıyordu. Böyle bir şey olması durumunda, önü alınamaz felaketler kapıya dayanabilir; kitle kırımları yaşanabilirdi.  1924 yılı kışı sona ermeden, bu söylentilerin doğru olduğu anlaşılıverdi. Artık yürekler ağızlara gelmişti. Bu korku ve heyecana, Sıhhiye ve İçtimaiye Vekâleti’nin 05 Mart 1924 tarihinde Mübadele İmar ve İskân Vekâleti’ne gönderdiği bir yazısı neden olmuştu. Yazıda belirtildiğine göre, İstanbul’da veba hastalığına rastlanmıştı[29]. Hızla karantina önlemleri uygulandı. Yaz aylarının bitimine, sonbahar aylarının başlamasına yakın bir zamanda Selanik’te yeniden veba ve lekeli humma görüldüğü bakanlığa bildirildi. Selanik’te daha önce de veba görülmüştü. Ancak bunun daha ciddi bir boyut olduğu anlaşılıyordu. Yunanistan’da uzunca zamandır veba görüldüğü yazılıp çizilmiş, kulaklara ve söylemlere yansımıştı. Aylardır varlığı bilinen bir konu, sonuçta resmi bir belgede ve anlatımda yer almıştı. Veba salgınının, Türkiye’ye aktarıldığında, büyük bir yıkıma neden olabileceği korkusuyla bir ara Selanik’ten göçmen getirilme işine ara verildi. Aralıklar halinde değişik tarihlerde İmdadı Sıhhi Heyeti’ne yardım etmek ve göçmenlere veba aşısı uygulamak için Selanik’e doktorlar gönderildi[30]. Göçmen getirilme işine ara verilirken, gümrük kapıları da bir süre kapatıldı[31]. Durum göçmenlerin yerleştirileceği yörelerdeki ilgili kurullara da bildirilerek gerekli önlem alınması uyarısı yapıldı. Veba salgını, Yunanistan’da görev yapan kurulların hastalığı algılamasıyla tespit edilmişti. Türkiye’ye indirme iskelelerine indirildikten sonra örneğin Mersin’de göçmenler arasında veba görülmüştü. Bu konuyla ilgili bir haberi, o dönemin en önemli gazetelerinden biri olan ve İstanbul’da yayınlanan İleri gazetesi, yerel bir gazeteden aktararak şu şekilde vermekteydi:

 “Mersin’e gönderilen muhacirler arasında veba: Geçen Pazar ertesi günü Mersin’e İstanbul vapuruyla 2993 ve Rize vapuruyla 866; Silifke Taşucu’na da 614 muhacir çıkarılmıştı. Muhacirlerin ezici çoğunluğu Kozanalı’dır. Muhacirler Mersin’e gelmişlerdir. Urla ile Mersin arasındaki vapur yolculuğu pek fena şartlar içinde geçmiştir. Vapurda tabip bulundurmak ve sağlık önlemleri almak gibi şeyler hatırdan geçtiği için hamilelikleri esnasında dört kadın vefat etmiş, değişik hastalıklardan da sekiz kişi ölmüştür. Yeni Adana’nın yazdığına göre vapurda doğan çocuklardan yalnız birisi sağ kalmış, muhacirler Urla’daki memurların kayıtsızlığından çok şikâyetçidirler. Mersin’e çıkan muhacirler yakında Kayseri ve Niğde havalisine sevk olunacaklardır”[32].

Bu durumda ivedi önlem alınması gerekiyordu. Mübadele Bakanlığı durumu Sağlık Bakanlığı’na bildirdi[33].

Veba ve ölüm… Albert Camus yazıyor:

“Yara halindeki ağzından ancak, kelime parçaları çıkıyordu. Hep ‘fareler, fareler’ deyip duruyordu. Yemyeşil yüzü, mum gibi dudakları, kurşunlaşmış göz kapakları ve boynundaki şişlerin parça parça ettiği kısa, kesik soluk alışları ile..yerin dibinden arası kesilmeden onu çağıran bir şeye karşı kendini korumaya çalışır gibiydi. Gözle görülmeyen bir ağırlığın altında eziliyordu. Karısı hep ağlıyordu: -‘Hiç umut yok mu doktor? –‘Öldü’ dedi Reiux”[34]

Veba virüsünün bulaşmasında farelerin öteden beri çok önemli bir etken olduğu zaten biliniyordu. Veba virüsünün en önemli taşıyıcıları farelerdi. Farelerde ahşap dokularıyla gemileri çok seven bir canlıydı. Gemilerle birlikte o limandan bu limana dolaşır, kendi bedenine aldığı virüsü kolayca taşırdı. Yunanistan’da veba görüldüğüne göre, bir büyük felaket yaşanmaması ve bu illetin Türkiye’ye girmesinin önlenmesi için Türkiye’den Yunanistan’a giden ve göçmen yükleyip getiren gemilerin farelerden arıtılması bu açıdan son derece önemliydi. Bu nedenle, fareleri taşıyıcı etken olarak devreden çıkarmanın yolu, özellikle Yunanistan’a gidip gelen gemilerle Türkiye’ye fare aktarılmasının önüne geçilmesiydi. Fareler olduğu sürece, gemiye binen göçmenler büyük bir risk altında bulunuyorlardı. İş bununla da bitmezdi: İster veba bulaşmış taşıyıcı kişilerle, ister farelerle salgın kolayca Türk limanları üzerinden Türkiye kentlerine yayılabilirdi. Fare bedeninde veba virüsünü geliştirip, kolayca yayabiliyordu. Bu nedenle farelerin taşıyıcı bir aktör olmaktan çıkarılması gerekiyordu. Bu yapıldığında risk en aşağılara çekilebilecekti. Gemileri iskelelerdeki dubalara bağlayan iplere asılmış ters huni şeklindeki metal kaplar, farelerin gemilere binmesinin önüne geçemezdi. Önemli olan gemileri farelerin yaşayamayacakları ya da barınamayacakları ortamlar haline getirmekti. Karmakarışık halde, günlerce iskelelerde bekleyen göçmenlerin ellerindeki dağınık denk yığınları, fareler için kolay gizlenme yerleri olabiliyordu. Veba virüsü taşıyan farelerin bu biçimde Türkiye’ye aktarılmasının önüne geçilmesi şarttı. Gemilerin tahta donanımları, gizli bölmeleri farelerin gizlenmesi için uygun ortamlardı. Bunun için yapılması gereken şey, gemilerin farelerce barınamayacağı, Türkiye’ye taşınmalarını önleyecek ortamlar haline getirmekti. Gemiler temizlenip ilaçlanıp fareler öldürüldüğünde ve gemiler virüs taşıyıcı aktör olan farelerden arındırıldığında bu riskin önüne geçilmiş olurdu.

Bu yapılmadığında dar bir mekânda, yığınlar halinde gemilere bindirilmiş göçmenler arasında, tek bir taşıyıcıdan bile kaynaklansa virüs hızla yayılabilirdi. Böylece sonu felaket olan gelişmelerin kaynağı virüsü farelerle Türkiye’ye aktaran gemiler olabilirdi. Bu nedenle gemilere binmeden önce göçmenlere veba aşılarının uygulanması yetmiyordu. Bunun yanı sıra gemilerin de temizlenip ilaçlanmasıyla, dezenfekte edilmesi; virüsten böylelikle arındırılması gerekliydi. Dar bir alanda tehlikeli bir virüsün hızla yayılmasının önüne ancak farelerin “itlafı / öldürülmesi” ile geçilebilirdi.

O dönemin koşullarında farelerin öldürülmesinde kullanılan arındırmayı sağlayıcı ilaçlar gelişmiş değildi. Tahta mekânların çok oluşu nedeniyle gemilerin bu özelliği farelerin üremesinde bu önemli bir etken olabiliyordu. Bütün bunlar ortada olduğuna göre, göçmen taşıyacak gemilerin, farelerden ve olası veba virüsünden kurtarılması, arındırılarak sağlığa uygunluk koşulu uygulamasına geçilmesine karar verildi. Sağlık Bakanlığı’nın öngörüsü doğrultusunda, Mübadele Bakanlığı, göçmen taşıyan gemiler için “fare itlafı” uygulamasını zorunlu kıldı. Bu nedenle, gemilerin bağlı olduğu Seyri Sefain Yönetimi Genel Müdürlüğü’ne 12 Mart 1924 günü bir yazı gönderdi. Ayrıca karar göçmen taşıyan diğer kumpanyalara da bildirildi. Gemilerin gidiş gelişini düzenleyip planlamada tek yetkili olan İstanbul Liman İdaresi konudan haberdar kılındı. Uygulamayı izlemek ve uygunluk belgesini düzenlemek bu yönetimin gözetiminde yapılacaktı. Konulan kurallar ivedi olarak uygulanacaktı[35].

Gemiler buna uymakla zorunlu kılındı. Türkiye’den yola çıkmadan önce karantinalara uğruyorlar, buralarda başta depoları olmak üzere, bütün diğer bölümleriyle birlikte ilaçlanıyorlardı. Bu arınma işlemini yapan ve böylece fare itlafını gerçekleştiren gemi, karantinadan arınma işini yaptığını gösteren bir belge alıyordu. Fare temizliği yapmış olsa da, bu belge yoksa belge olmadığı için gemi yeniden fare temizliğine tabi tutuluyordu. Dolayısıyla arka arkaya iki kez bu uygulamaya yeniden uğratılmak istenmiyorsa gemilerin, bu belgeyi almaları zorunluydu. Bunun için bir genelge bile yayınlandı. Gemiler ancak bu belgeyi aldıktan sonra Türkiye’den ayrılıp Yunanistan’a doğru gidebiliyorlardı. İş yola çıkmakla da bitmiyordu.  Gemiler belgelerini göçmen yükleyebilmek için, Yunanistan’da yükleme birimlerine göstermek zorundaydılar. Gemilerin çoğu İstanbul üzerinden Yunanistan’a gidiyorlardı. İstanbul limanından ayrılmadan ya da İstanbul üzerinden geçerlerken gemiler özellikle İstanbul limanında fare temizliği yaptırmaları için sıkı bir denetime alınıyorlardı[36].

Denizde yolculuk, birkaç gün sürüyordu. Umutsuzluğun ve psikolojik çöküntünün yanı sıra onca geçen zaman içinde ister istemez kendini gösteren sefalet, açlık, pislik, bitler, pireler ve fareler; salgın hastalıklar için önemli riskler yaratıyorlardı. Ancak fare itlafı uygulaması, veba gibi tarih boyunca insanlığın büyük düşmanı olan “kara tehlike” için önemli bir uygulamaydı[37]. Fareler itlaf edildi; ancak, veba gibi mahşerin dördüncü atlısının Türkiye’ye gelmesinin de önüne geçildi…

Albert Camus, ünlü yapıtını, kahramanı Rieux’un ruh halini de anlatan şu satırlarla bitiriyor: “Rieux… veba mikrobunun ne öldüğünü ne de kaybolduğunu, sayısız yıllar boyunca mobilyalarda ve çamaşırlarda uykuya dalabileceğini, odalarda, mahzenlerde, sandıklarda, mendillerde, eski kağıtlarda sabırla bekleyebileceğini ve zamanı gelince bir gün insanları yola getirmek ve vebanın farelerini uykularından kaldırıp, mutlu bir şehre ölmeye gönderebileceğini biliyordu”[38].

 

 

 

* Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü Müdürü (kemal.ari@deu.edu.tr)

[1] Albert Camus, Veba (Roman), Varlık yay., (Çev. Oktay Akbal), 4. baskı, İstanbul, 1987.

[2] Nihat Özyardımcı, A. Hilmi Gürses, Yurdumuzda ve Dünyada Verem Savaşı ve Düşündürdükleri, Bursa, 2004, s.12; ayrıca akt. İzzettin Beştaş, “Sözlü Tarihin Tanıklığında Cumhuriyet Döneminde Buldan’da Verem Gerçeği ve Veremle Mücadele”, Buldan Sempozyumu (23-24 Kasım, 2006), Buldan, 2006, s.200.

[3] Prokopius, İstanbul’da İsyan ve Veba, Çeviren: Adil Calap, Lir Yayınevi, İstanbul 2002, s.237-246; ayrıca akt. Ömür Ceylan, “Ölümün Adı Veba”, http:// türkoloji.cu.edu.tr/ ESKI %0 TURK%20 %20EDEBIYATI/ ceylan_veba.pdf, s.2.

[4] Bkz. Şevket Pamuk, “Kara Ölüm Ortadoğu’da”,  Tarih ve Toplum, VII/40 (Nisan, 1987), s.41.

[5] Bkz. Daniel Panzac, Osmanlı İmparatorluğunda Veba 1700–1850, (Çev. Serap Yılmaz), Tarih Vakfı Yurt yay., İstanbul, 1997; yine bkz. M.W. Flinn, “Avrupa ve Akdeniz Ülkelerinde Veba”, (Çev. Necmiye Alpay), Tarih ve Toplum, VII/ 39 (Mart, 1987), s. 28–29.

[6] “Yiyecek içecek sıkıntısı halkı hepten öldürdü; Orada her şey az bulunur, vebâya gelince boldur”; bkz. Ömür Ceylan, a.g.m., s.1.

[7] Heybeli Heybeliada’ya gömülen Edward Barton’un mezar taşı Türk -İngiliz dostluğunun ilk anıtı olarak bilinir: Radikal, 9 Mayıs 2008.

[8] Örneğin bkz. Hikmet Özdemir, Salgın Hastalıklardan Ölümler (1914-1918), TTK yay., Ankara, 2005. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda, ülkenin nüfusu salgın hastalıklardan adeta kırılmıştı. Kimi yerlerde ölümlerin % 10’u frengiden, % 5’i sıtmadandı. Bu nedenle Cumhuriyet hükümetleri salgın hastalıklarla savaşmak zorunda kaldı. Bkz. Mehmet Temel, Atatürk Döneminde Bulaşıcı ve Salgın Hastalıklarla Mücadele, Nehir yay., İstanbul, 2008.

[9] Konu ile ilgili ayrıntılı olarak bkz. Daniel Panzac, a.g.e., çşt. syf.

[10] Örneğin bkz. Reşat Nuri Güntekin, Salgın ve Madalyonun Ters Tarafı (Roman), İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2005. Romanda Anadolu’nun bir ilçesinde yayılan salgında kimyager profesör Celil Hıfzı Bey’in öyküsü anlatılır.

[11] Kemal Arı, “Kurtuluş Savaşı’nın Bitiminde Türkiye Dışına Yönelik Göçler ve Sonuçları”, Beşinci Astkeri Tarih Semineri Bildirileri: Değişen Dünya Dengeleri İçinde Askeri ve Stratejik Açıdan Türkiye (İstanbul, 23-25 Ekim 1995), I, Gnkur. ATASE yay., Ankara, 1995, 496-504

[12] Türkiye Hilal-i Ahmer Mecmuası (THAM), III/ 31(15 Mart 1340), s. 226.

[13] Ahenk, 19 Kânunuevvel 1923.

[14] Konunun ayrıntısı: İzmir’de yapılan 6–9 Kasım 2007’de gerçekleştirilen Atatürk Dönemi Sağlık Tarihi Kongresi’ne Kemal Arı tarafından sunulan bildiri: Kemal Arı, “Cumhuriyetin İlk Yıllarında Yaşanan Göç Olayları ve Sağlık Hizmetleri”Atatürk Dönemi Sağlık Tarihi Kongresi:  6-9 Kasım 2007 (E.Ü. Tıp Fakültesi, E.Ü. Edebiyat Fakültesi ve Türk Tıp Tarihi Kurumu İşbirliğiyle, baskıda).

[15] Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA), 272/ 79-72-2-1; Söke ve çevresinde görülen dizanterinin önünün alındığına ilişkin yerel makamlarca bakanlığa yazılan yazı: Bkz. BCA, 272/79.72.2.2.

[16] BCA, 272/ 79-72-2-1.

[17]BCA,  272/ 79-72-3-4.

[18]BCA, 272/14-76-29-7.

[19]BCA, 272/14–76–29–8.

[20] BCA, 272, 14–76–31–20.

[21] THAM, 111/33 (15 Mayıs 1924), s. 291.

[22] THAM, 111/33 (15 Mayıs 1924), s. 291; BCA, 272, 14-76-31-20.

[23] BCA, 272/14-76-32-11.

[24] 23.2.1924 tarihli rapor: BCA, 272/79-72-2-2.

[25] BCA, 272/19-72-2-6;, 272/79-72-2-29.

[26] BCA, 272/ 79-72-3-4.

[27] Albert Camus, a.g.e., s. 19-20.

[28] Ömür Ceylan, a.g.m.,  s.2.

[29] BCA, 272/14–76–29–11.

[30] THAM, III/ 36 (15 Ağustos 1924), s.407.

[31] Ahenk, 18 Temmuz 1924.

[32] İleri, 14 Haziran 1924.

[33] BCA, 272/79.72.4.2.

[34] Albert Camus, a.g.e., s.27.

[35] BCA, 272/14–76–29–11

[36] BCA, 272/14–76–29–11

[37] BCA, 272/12–4–46–3.

[38] Albert Camus, a.g.e., s.357.