27 Nisan-2 Mayıs Yanya Gezisi Yeşim Padar

 

Bu sefer Yunanistan’a giderken bir arkadaşım ne planladığımı sordu. Açıkçası

hiçbir zaman planlı olmadı. Orada her zaman bana farklı duygular yaşatan

değişik sürprizler yaşadım. Sadece gitmemi söyleyen iç sesimi dinledim ve yola

çıktım. Bu sefer de öyle oldu. Gelmeyi planlayan oda arkadaşımın işi çıktı,

onun yerine mübadele ile hiç ilgisi olmayan, sağlık nedenleriyle hiç böyle

uzun otobüs yolculukları yapmayan sevgili komşum Oya Hanım ile 27 Nisan 2017 akşamı

Lozan Mübadilleri Vakfı’nın otobüsü ile İstanbul’dan yola çıktık.

 

Vakıf, Yanya’ya her sene 1 Mayıs’ta tur düzenlermiş. Çünkü yaşayan son

mübadillerden, vakfın ve vakıf korosunun değerli üyesi Lütfü Karadağ’ın doğum

günüymüş. Tanışmak kısmet olmadı. Yaşam dolu olgun bir insanmış Lütfü Beyamca.

Geçen kış 102 yaşında vefat etti. Bu gezi onun ardından Yanya’ya yapılacak ilk

geziydi. Oğlu Süleyman Bey ve ailesi de geziye katılmışlardı. Lütfü Bey çocuk

olarak ayrıldığı Yanya’yı Lozan Mübadilleri Vakfı’nın gezileri ile defalarca

ziyaret etmiş, doğum günlerini orada kutlamış, doğduğu evi bulmuş. O ev son

yıllarda etnografik parçaların sergilendiği bir müze haline gelmiş. Dönüşte

resmi tatil nedeniyle kapalı olacağından gider gitmez ziyaret edildi. Yunanlı

görevliler bizi lokumlar ikram ederek karşıladılar. Vakıf yetkilileri, müze

görevlileri ayrı ayrı konuşma yaptılar. Çevirileri her zamanki gibi Vakıf

gönüllüsü İstanbul’lu Tanaş Bey yaptı. En son Süleyman Bey konuştu, teşekkür

etti ve dedesi, babası Yanya’dan ayrılırken yanlarına aldıkları mutfak

eşyalarından kalanları müzeye teslim etti. Müzede Lütfü Karadağ anısına da bir

köşe yapılacak ve o parçalar orada sergilenecekmiş. Gözlerim doldu, başımı

kaldırdım kalabalığa baktım, herkes ağlıyordu. Lütfü Beyamca bize mesaj

vermeye devam ediyordu. Doğumunuzda siz ağlarken çevrenizdeki herkes

gülüyordu, öyle bir hayat yaşayın ki öldüğünüzde gülen siz olun, ağlayan da

çevrenizdekiler…

 

Müzeyi gezip vedalaştıktan sonra limana doğru yola çıktık.

Feribota binip yaklaşık iki saat yolculuktan sonra Korfu’ya, Yunanlıların

deyişiyle Kerkira adasına vardık. Yunanistan’dan çok İtalya’daymış gibi bir

hisse kapıldım. Nedenini rehberimiz Eleni ile buluşunca anladım. Ada hiç

Osmanlı egemenliğine geçmemiş. Adalılar Türk korkusuna Venediklilerde yardım

istemişler. Venedikliler yardım diye gelip dört yüz sene kalmışlar. Evler,

binalar o nedenle İtalyan stiliymiş. Sonra gelen Fransızlar ve İngilizler de

bu mimariye sadık kalmışlar. Avrupa devletleri kendi aralarında itişip

kakışırken bir ara Ruslar adada söz sahibi olmuşlar. Sonunda 1864’de

İngilizler tarafından Yunanistan’a verilmiş. Şu devletlerarası ilişkiler ve

uluslararası politika çok ilginç bir konu. Aynı meseleleri devletler kendi

çıkarları doğrultusunda öyle bir eğip bükebiliyorlar ki şaşıp şaşıp kalıyorum…

Çok güzel, Yunanistan’ın diğer yerlerine göre ekonomik krizin daha az

hissedildiği bir yer Korfu. Merkezi canlı, dükkanlar, kafeler cıvıl cıvıl.

Özel soslu bir et yemeği var, şarapla ilgili bir kısıtlamanız yoksa yanında

güzel patates kızartması ile afiyetle yiyebilirsiniz.

 

Korfu’daki ikinci günümüzde önce şehitliğimizi ziyaret ettik. T.C. Atina Büyükelçiliği Askeri Ateşiliğinden özel izin alınarak gittiğimiz şehitlikle ilgili internetten aşağıdaki kısa

bilgiyi buldum.

“Korfu Türk Şehitliği 1890 yılında 1.George’nin eşi Kraliçe Olga tarafından

Osmanlı Devleti’ne hibe edilmiş arazide muhtelif ırktan Müslümanların

defnedildiği bir Müslüman mezarlığı olarak kurulmuştur.1897 Osmanlı-Yunan

Harbi, Balkan Harbi, 1.Dünya Harbi ve İstiklal Savaşı’nda Yunanistan’da ölen

bazı Türk esirleri de buraya defnedilmiş olup kimlikleri ve miktarı

bilinmemektedir. İçinde bir Abide ve kime ait olduğu bilinmeyen 3 şehit  kabri

bulunmaktadır.1924 yılında Korfu Konsolosluğumuzca onarılarak şehitlik haline

getirilmiştir. 1927 yılında Korfu Konsolosluğumuzun kapatılması ile idari ve

bakım sorumluluğu Pire Konsolosluğumuza 1 Ocak 1994 tarihinden itibaren de

Pire Başkonsolosluğundan alınarak Atina Kıdemli Askerî Ataşeliğine

verilmiştir. “

Bu şehitlik ziyareti biraz farklı bir his verdi. Çoğumuzun

ailesinde o savaşlarda ölenler var. İsimleri ve nerede öldükleri bilinmiyor…

Belki içimizden birileri hiç tanımadığı dedesinin mezarını ziyaret etti o gün…

Ben de bu vesileyle bütün bu savaşlarda ölenler anısına Yunanistan’da bir anıt

ve mezarlık olduğunu öğrenmiş oldum. Şehitliğe üç nesildir aynı aile

bakıyormuş. O ailenin son temsilcisi güler yüzlü hanım ile fotoğraf çektirdim.

Merak ediyor, Türkçe öğrenmek istiyormuş. Bizden kitap rica etti. Çok değerli

İskender Özsoy fotoğraflar çekti. Meğer daha önce defalarca katıldığı bu tura

sırf bu mezarlığı ziyaret etmek ve haber yapmak için gelmiş.

 

Şehitlikten sonra Avusturya-Macaristan İmparatoriçesi Sisi’nin sarayını

ziyaret ettik. Adanın diğer ucunda güzel bir öğle yemeği yedik. Kumkuat oranın

meşhur meyvesi. Bir imalathanede klasik turistik alış veriş yapıp otele

döndük. Serbest zamanda gezmeye devam edenler olmuş ama benim zaten yorgun

çıktığım yolculukta pilim bitmişti, şarj olmam gerekiyordu.

 

Akşam grup olarak  bir restorana gittik. Kapıya yakın bir yerde bize iki masa hazırlamışlar. Koca

salon dolacak mı derken doldu. Yunanistan’da öğrenciler için her sene böyle üç dört günlük

geziler düzenlenirmiş. Tüm ülke çapında bütün okulların düzenlediği bu

gezilere katılım zorunluymuş. Gençlerin ülkelerini tanımaları, kaynaşmaları

amacıyla devam eden bu projeyi çok olumlu buldum. Öğretmenlerin canları çıktı

açıkçası. 15-16 yaşında gençlerin sorumluluğunu taşımak kolay değil. İçki

tabii ki yok, restorandan dışarı çıkanları da tek tek takip ettiler. Gruplara

katılıp oyun oynadılar. Kenarda köşede kalan asosyalleri piste çektiler. O

gençlerin kızlı erkekli kendilerine güvenli hallerini görünce kendi

ülkemizdeki duruma daha bir kederlendik… Bir ara Süleyman Bey ve eşi Yasemin

Hanım’da gençlere katıldılar, onların meşhur bir dansını döne döne çocuklarla

birlikte oynadılar. Gençlerden bulaşan güzel enerjiden memnun bir şekilde

otelimize döndük.

 

30 Nisan sabahı erkenden Korfu’dan ayrıldık. İlk hedef önce makbul sonra

maktul olan İbrahim Paşa’nın memleketi Parga’ydı. Çok güzel, küçük bir sahil

kasabası. Kalesi, koyları pek göz alıcı. Sahilinde güzel bir öğle yemeği yedik

Oya Hanım’la. Açık söyleyeyim Yunanistan’a gitme nedenlerimden biri de balık

ve deniz ürünleri. Hem iki ülkedeki ekonomik olumsuzluklara rağmen orada hala

daha ucuz hem de pişirme ve ikram daha başarılı.

 

Parga’dan ayrılıp tekrar  Yanya’ya ulaştık. Tarihi kale, kale içi, eski mahalleleri dolaştık, akşama

doğru Yanya Adası’na vardık. Ada aslında çok şirin bir yer. İnsanın evlerin,

dükkanların arasında kaybolası geliyor. Tarihi önemini ise Tepedelenli Ali

Paşa’nın garsoniyerinden alıyor. İki ülkenin tarihinde de iz bırakmış bir

kişilik Tepedelenli. Dedikodu muhtelif, herkesin Tepedelenli hikayesi kendine

göre. Oraya gidince bu konuda biraz daha okumaya karar verdim. Yunanistan

Osmanlı’ya isyan ederek bağımsızlığını kazandı. Gezerken bu isyanı anlatan

resimleri görmek beni rahatsız etmiyor, çünkü tarihsel akışın bir parçası

olarak görüyorum. Onlar da kendi açılarından yaşananları anlatıyorlar ama

garsoniyerin girişindeki paşa ve torunu yaşındaki sevgilisi tablosunu,

içerideki kellesinin padişaha sunulması tablosunu sunum olarak çirkin buldum.

Yirmi birinci yüzyılda turistik mağazalarda hala boy boy tahta kılıç, bıçak,

tabanca, tüfek satılmasını, çocukların sokaklarda oyuncak silahlarla

koşuşturmasını yadırgadım. Bırakın Türk’ü, Yunan’ı insan olarak utandım… Bütün

iyi niyetime rağmen bu sunumla, bakış açısıyla olumlu, insani gelişmeler

sağlanabilir mi diye sordum kendime…

 

1 Mayıs sabahı Yanya’dan ayrılıp Meteora’ya giderken Yunanistan’ın şirin

kasabası, peynirleri ile meşhur Metsovo’ya uğradık. Ulah’lar yaşarmış orada.

Romence’ye benzer bir dil konuşan, hayvancılıkla geçinen, aslen göçer bir

kavimmiş. Yaşlılar ellerinde baston, başlarında kasket banklarda oturmuş

etrafı seyrediyorlardı. Evler, dükkanlar tamam da ağaçlar muhteşemdi. Dağ

havası, kaynak suları insanı anında diriltiyor. Yolunuz o bölgeye düşerse

mutlaka uğrayın, çok şirin bir yer. Orada kısa bir molanın ardından Meteora’ya

varıldı. Otobüs yukarı çıkarken benim gibi daha önce ziyaret etmiş olanlar

aşağıdaki kahvede bekledik.

 

O arada Sotiria’yı aradım. Geçen sene mübadele ile

ilgili Tekirdağ Belediyesi’nin düzenlediği öykü yarışmasına katılmıştım.

Sotiria’yla tanışmamı, ailesini, onları ziyaretimi anlatmıştım. Yarışma

sonunda öykülerden bir kitap hazırlanmış ve benimki de kitapta yer almıştı.

Kitabı Sotiria’ya elden vermek istiyordum. Sefer Bey ve Tanaş Bey ile

konuştuk. Sotiria’nın kuzeni ve karısı Miranda’nın işlettiği lokantada

buluşmaya karar verildi.

Döne döne virajlı dağ yollarından geçip Miranda’nın lokantasına ulaştık. Bir

otobüs dolusu mübadil bahçeye yayıldık. Güzel kekler, çörekler hazırlamışlar

bizi bekliyorlardı. Çay, kahve, su servisi yaptılar. Mübadillerle mübadillerin

karşılaşması tuhaf bir andı. Sotiria’nın, sırf bizi görmek için orada bekleyen

komşunun Türkçesine bizimkiler şaşırdı. Bizimkilerin güler yüzlü, candan

hallerine Sotiria şaşırdı. Ayşegül Hanım çiçek sordu, bir kök verdiler.

Miranda Türkçe bilmiyor. Beni gösterdi, gülerek eliyle parmağında yüzük

işareti yaptı. Sotiria “Seni buradan evlendirmek istiyor” dedi. Bizim grubun

altın kızlarından Melahat Hanım bağırdı “aaaa olmaz, vermeyiz” Benim

şaşkınlığımı hayal edin…

 

Bir geceyi Grevena’da Sotirialar’da geçirmek için gruptan ayrıldım.

Otobüsü uğurladıktan sonra biz de Miranda ile

vedalaştık.  Önce 1 Mayıs için düzenlenen pikniğe gitmek istedik ama geç

kalmıştık. Sotiria’nın akrabası Dina’ya uğradık. Bana kahve ve tatlı ikram

etti. Biz otururken Dina’nın oğlu geldi. Ona geliş sebebimi, kitabı anlattım.

Çok şaşırdı, çok duygulandı, memnun oldu… Genç adamın yüzüne baktım ve iyi ki

bu yolculuğu yapmışsın Yeşim dedim kendime… Sotiria’nın telefonu çaldı. Teodor

Amca beni bekliyordu. Eve vardığımızda akülü sandalyesi ile sokağa çıkmış

yolumuzu gözlüyordu. Fideler hazır, toprak bellenmiş, bahçede saksılar

boyanmış, yaz hazırlıkları tüm hızıyla devam ediyordu. İçeride Marina Teyze’ye

sarıldım. Biraz oturup köyü gezdim, köylülerle, gençlerle sohbet ettim. Bana

mübadele öncesi caminin ve çeşmenin olduğu yerleri gösterdiler. Çeşmenin

temeli kalmış, başka hiç iz yok. Doksanların başında bir de deprem

geçirmişler, eski evlerin çoğu yıkılmış. Türklerden kalan bir yıkık ev

gösterdiler bana. Akşam serinliği başlarken eve döndük. Büyükler erken yattı.

Sotiria sofrayı hazırladı. Komşusu Teodor’da elinde ev yapımı şarapla geldi.

Uzun uzun sohbet ettik. Ertesi sabah beşte kalktık. Elime yine reçel

kavanozları, domates fidesi verdi. Bir de dantel örmüş. Hatıram olsun dedi.

Sabahın köründe beni Selanik otobüsü için Grevena’ya götürürken aniden aklıma

geldi, bir an niye yazdığımı annene babana okumadım diye hayıflandım. Çünkü

Sotiria güzel konuşuyor ama Türkçe okuyup yazarken zorlanıyor. Ben okudum

dedi. Dura dura, yavaş yavaş, tek tek okudum…

 

Bizim grubu Selanik’te  yakaladım.

Onlar şehir turu yaparken ben otobüste kaldım. Atatürk’ün evini ilk

defa görenler hayal kırıklığı ve kızgınlık içinde bindiler otobüse. 1800’lerin

Selanik evi minimalist tarzda onarılmış, içindeki dönem eşyaları da

çıkarılmıştı… Bomboş odalara isyan edince odalardan birine Mustafa Kemal

Atatürk’ün diye bir çift terlik konulmuş!!! Yorumları dinledim. Şu onarım,

restorasyon konularında son zamanlarda yorum yapamayacak kadar sinirlendiğim

için sustum…

 

Selanik’ten ayrılıp Kavala’ya uğradık. Güzel bir öğle yemeği

yedik. Kurabiyeciden kurabiyeler aldık ve sınıra doğru hareket ettik.

Mübadil değilim. Çok araştırdım, ailemde Balkanlardan veya Kafkaslardan göçle

gelen bir kol yok ama Lozan Mübadilleri Vakfı ile gezmeyi seviyorum. Çünkü

onların barış dilini, yeni acılar yaşanmasın, yaşananlar ders olsun diye

verdikleri çabayı çok çok önemsiyorum. Başka gezilerde buluşmak üzere, emeği

geçen herkese teşekkürler. Şimdilik sağlıcakla kalın, hoşça kalın.