23-26 Nisan tarihleri arasında düzenlenen Girit gezisi sonrasında yazdığım yazıyı aşağıda sizlerle paylaşıyorum.

 

Emeği geçen herkese çok çok teşekkür eder, çalışmalarınızda kolaylıklar ve başarılar dilerim.

Yeşim Padar

Geçtiğimiz günlerde bir Ermeni “Unutmadan unutmak lazım” dedi bana. Bir Musevi “Benim vatanım burası, ben buralıyım. Çocuklarımı burada büyüttüm, ama torunlarım için endişeliyim. Nereye gidebilirler? Üzerlerine bomba yağan İsrail’e mi, Kanada’ya mı, Avustralya’ya mı? Nereye?” dedi. Bir Kürt “Kimliğim yüzünden, doğduğum yer yüzünden o kadar aşağılandım ki, anla beni!!! Silahtan başka çarem yok” dedi. Ona “Sana şiddet uygulayana şiddet uyguladığında sen de onunla bir olursun” dedim. Rum, evimizin kapısını kırıp “Pis gâvurlar!!! Terk edin burayı, yoksa sizi öldürürüz demeye hakları yoktu!!!” diye haykırdı. Arap, Irak’tan Ürdün’e kaçırdığı çocuklarının her uçak sesi duyduğunda, bomba geliyor diye nasıl fenalık geçirdiklerini anlattı. Çerkes, Rus’lardan kaçışlarını, yıllarca nasıl denkleri çözmediklerini, geri dönecekleri için Türkçe bile, öğrenmediklerini, ama dönenediklerini  söyledi. Bütün bu insanların hüzünlerini, acılarını içimde yaşayıp, kimlik sorunu ve şiddet üzerine düşünüp dertlenirken, Girit’e doğru yola çıktım.

 

Lozan Mübadilleri Vakfı’nın düzenlediği geziye katıldım. Mübadillerle ilgili hep okudum, belgesel izledim, sergilere katıldım. Sözüm ona bildiğimi, anladığımı zannediyordum. Bu gezide yaşadığım, tanık olduğum hiçbir şeye hazır değildim.

 

Uçaktan iner inmez Nikos Kazancakis’in mezarını ziyaret ettik. Sade bir mezar, başında meşhur yazı:

 

Hiçbir şey ummuyorum,

 

Hiçbir şeyden korkmuyorum,

 

Özgürüm.

 

Kazancakis’in hayatını bilince basit de olsa mezarın başındaki haçı yadırgadığımı söylemeliyim. Kilise, öldükten sonra bile onunla didişmeye devam etmiş gibi geldi. Öte yandan tüm yaşamı göz önüne alındığında, ölümünden sonra doğmuş bir Türk kadını bu kadar etkilemesi ne ilginç değil mi? Yaşayıp gidiyorsunuz, sonra sizin yaptıklarınızın, söylediklerinizin kimi, nasıl etkileyeceği hiç belli olmuyor.

 

Oradan Knossos ören yerine gittik. Girit’e gitmek için ana nedenlerimden biri 4000 yıllık gizemli Minos uygarlığının izlerini görmekti. Alt yapısı iyi planlanmış, iyi tasarlanmış bir saray şehir. Kanalizasyon sistemi, havalandırma, tuvaletler, klima mantığı ile düzenlenmiş odalar, mütevazı bir taht, tiyatro, Avrupa’nın en eski yolu önemli detaylardı. Mutfak bölümü yok, yemeği açık havada pişirdikleri var sayılıyor. Savunma surları, hendek, silah da bulunmamış. Kendine ve karşısındakine güvenen barışçı bir toplum! Ne tuhaflarmış değil mi?

 

Heraklion’u gezdikten sonra sevgili arkadaşım Hatice ile nerede yemek yiyeceğiz derken, kendimizi bir grup yol arkadaşımızla bir masada bulduk. Geçen sene, Makriyalos’ta vatan hasreti tanıklıklarımda duyduğum hüznü şakalarıyla seyrelten Karadeniz’li Cezmi Bey vardı. Bu sefer Trabzon’lu Yılmaz Bey, mizah yoluyla yaşanan ağır anları hepimiz için daha dayanılır kıldı.

 

24 Nisan sabahı iki seçeneğimiz. Ya diğer gruplarla Minos uygarlığı eserlerinin sergilendiği müzeyi gezecektik, veya Yarapetra’lı aile ile kasabalarına gidecektik. Bu gezi Mübadillerle yapılan bir yolculuktu, biz kasabaya gitmeyi tercih ettik. Müze için bir daha gitmek gerekecek. Kasaba, adanın turizmle değil, tarımla geçinen bölümünde ve geniş seralar var.   Artık kullanılmayan câminin önünde elinde torbalarla aileyi Karaman’lı Simeon Bey karşıladı. Karşılıklı hazırlanmış hediye torbaları el değiştirdi, ayaküstü sohbet ettiler. Türk aile, ancak Girit’lilerin anladığı bir lehçe ile konuşuyorlarmış. Simeon Bey’in de Türkçe’si kırık, ama o şirin orta Anadolu aksanı ile ne dediğini anladım. Torunlardan Atilla Bey, karşı dağları işaret etti. Dedesi Mehmet Bey, aslında o bölgedeki köylerden birinde yaşarmış. Çeteler rahat vermeyince Yarapetra’ya göçmüş, en sonunda Girit’ten ayrılmak zorunda bırakılmış. Orada tarım, zeytincilik yaparlarmış, burada da hala zeytincilik yapıyorlar.

 

O gün yolda ilk duygusal darbeyi aldık. Zamanda geriye dönüyoruz. Girit karışık, ailenin beş çocuğu var. Tek erkek evlat Anadolu’ya dönebiliyor. Kızlar Girit’te kalıyor. Sonrası kopuş, herkes hayatın akışı içinde yaşamaya devam ediyor. İşte ilk akşam o tek erkek çocuğun torunlarından biri, büyük halalarının torunları ile buluşmuş. Gecenin bir vakti, aile ağacı üzerinde birbirlerini tamamlamaya çalışmışlar yaşlı gözlerle… Siz hiç savaşın, ayrılığın, hasretin, kopuşun acısını tanımadığınız bir kadının sesinde duydunuz mu?…

 

Ayios Nikolaos sevimli bir sahil kasabası. İçinde zamanla oluşmuş bir deniz göl var. Lozan Mübadilleri Vakfı gönüllüsü, Istanbullu hemşehrimiz Tanaş Bey 43 yıldır orada yaşıyor. Asteğmenliğini de Türkiye’de yapmış, sonra evlenmiş, kendine İstanbul’da bir gelecek görememiş, Girit’e gitmiş. Dedim ya, sevimli, yaşaması rahat bir kasaba, o nedenle “Artık alışmışsınızdır, kendinizi buralı hissediyorsunuz değil mi?” diye sordum. “Hayır, asla, ben İstanbul’luyum. Maddi hiçbir bağım yok, ama gönül bağım hep devam edecek.” dedi…

 

Oradan Elounda’ya ve teknelerle Spinalonga Adası’na ulaştık. Araziye uygun taş binalar, sevimli dar sokaklar, her tarafta çiçekler, tepede güzel bir kale ve surlarla gördüğüm en güzel yerlerden biri. Şaşıracaksınız, aynı zamanda kendimi en kötü hissettiğim yerlerden biri…Türkler ayrıldıktan sonra o adaya cüzzamlıları yerleştirmişler. 1950’li yıllara kadar cüzzamlıların adası olmuş. Mekanlar beni etkiler, çünkü önceden iyi kötü ne yaşanmışsa o mekanda titreşir. Mesela Hacı Bektaş en huzur duyduğum yerlerden biridir. Spinalonga’da tarihi boyunca anlatılan anlatılmayan neler yaşanmış bilemiyorum, ama daha önce hiçbir yerden böyle midem bulanarak, içim kıyılarak ayrılmadım. Cennetle cehennemin bir arada olduğu bir yer tarif et deseler Spinalonga derim…

 

Adadan dönüşte Elounda’da yemek yedik. Girit mutfağının özgün örneklerini tattık. Ortadoğu. Arap etkisi beni şaşırttı. Halk dansları oynanırken Girit kemençesi ve tanburu dinledim keyifle… Sonra bizi sahneye çağırdılar. Halay, horon olunca durabilirmiyim? Karıştım ekibe, tanımadığım insanlarla kol kola döndüm döndüm döndüm…

 

Resmo yolunda ressam El Greko’nun köyüne uğradık. Girit’li mübadillerden hep portakal  ağaçlarını duymuşumdur. Büyükler pek çok detayı aktarmamış, portakalların tadı, kokusu istisna olmuş… Portakal çiçeklerinin kokusunu çektim derin derin içime. Gerçekten unutulmaz bir koku… Resmo’ya gece vardık, ancak otele yerleştik.

 

25 ve 26 Nisan’da Resmo ve Hanya’yı gezdik. Heraklion II. Dünya Savaşı’nda Almanlar tarafından bombalanmış. Eskiye ait fazla bina kalmamış. Resmo ve Hanya fazla hasar görmemişler. Sokakları gezerken sanki Venedik’tesiniz, köşeyi dönüyorsunuz cumbalı bir Osmanlı evi, ilerliyorsunuz meydan, kafeler, insanlarla Yunanistan’dasınız, biraz daha yürüyünce liman ve tekneler karşınızda, kesinlikle bir Akseniz adasındasınız.

 

Geçen yaz sonu bir akşam masada yanımda bir sosyolog hanım oturuyordu. Bana her insanın, her topluluğun “ötekine” ihtiyaç duyduğunu anlatmıştı. Bu “öteki” diğer cins, dinler, diller, etnik yapılar olabiliyor. Önemli olan öteki ile çatışmadan, onu olduğu gibi kabul ederek, değiştirmeye, dönüştürmeye uğraşmadan ondan beslenmek. Bu başarılamayıp, çatışmaya gidilince şimdi olduğu gibi gelişemiyor, sürekli birbirimizi hırpalıyoruz…

 

Girit’li mübadillerden Osmanlının orada şenlendirme yapmadığını, sadece askerlerin evlenmesine izin verdiğini öğrendim. Girit’te gidip yerleşen Türkler olmuş, ama bu başka yerlerde olduğu gibi kitleler halinde olmamış. Doğan çocukların anneleri daha önce adada yaşamış bütün halkları temsil ediyor ve Yunanca’nın özel bir lehçesini konuşuyorlarmış. Doğal olarak çocukları da bu dili konuşmuşlar ve hatta mübadele sonrası Türkiye’ye gelenler arasında da dil kısmen de olsa devam etmiş.

 

Hepsi eğitimli, iş güç sahibi, çoğu kendini Türk ve Müslüman olarak tanımlayan insanların, içlerinde taşıdıkları diğer kimliklerle ilgili tanışmalarını, arayışlarını izledim. Aidiyetin kaybolmadığını, her yaşananın iz bıraktığına tanıklık ettim. Girit’li olduğunu bile sonradan öğrenen vardı. Pek çok detay bilinmiyordu. Büyükler anlatmamıştı. Yaşananlar o kadar acı, vahşice, insanlıktan uzak ki hatırlamak istememişler. Ayşıl, mübadele yaşayanlar arasında Alzheimer hastalığının yaygın olduğunu, bu konuyu ayrıca araştırmak istediğini anlattı. Biz kendimizi balık hafızalı olarak eleştiriyoruz, belki de bu bizim toplum olarak hayata devam edebilmek için başvurduğumuz korunma yöntemimizdir. Sürekli savaş ve göç yaşanan topraklarda hatırlamaya başlarsak infilak edebiliriz…

 

Mehtap Hanım ve kızı Ayşıl ile tanıştım. Ellerinde adres, Mehtap Hanım’ın babaannesinin evini aradılar. Onüç yaşına kadar yaşadığı evi bulmuşlar. Kiracılar geçmişi bilmiyormuş. Karşı evden komşular çıkmış. Kapı önüne masa hazırlamışlar, çekip oturtmuşlar ana kızı. Onları oraya götüren taksiciyi de çağırmışlar. Anne, kız, ilk defa gördükleri komşular, ömürlerinde belki bir daha görmeyecekleri taksici, bir masanın etrafında oturup, birbirlerinin acılarını sağaltmışlar.

 

Yine gezide tanıdığım Mehmet Bey’i izledim. Evlerini, anneannesinin okulunu bulmuş. Türkiye’de bir okul projesi sırasında tanıştığı Manolis Bey ile buluşmuş. Ailesinin bir bölümünün köklerinin Cenevizlilere dayandığını,  Manolis Bey’in ailesinin de Venediklilere dayandığını öğrenmiş. Bir aile dönmüş Müslüman olmuş, bir başka aile Katolik Venedikliyken, Ortodoks Yunanlı olmuş.

 

Kendinizi kim olarak tanımlarsanız osunuz bence, ama size düşünmeniz için sorularım var. Bir kimliğiniz var, peki başka kimlikleriniz olamaz mı, illa diğer kimlikler ret mi edilmeli, yok mu sayılmalı? Bir insan tüm aidiyetlerini sevemez mi? Toplumları bırakın, önce bireyler olarak kendimizle barışmamız, dengeye varmamız gerekmiyor mu? Ait olmadığın kimlikler illa düşman mı olmalı?

 

Atilla Bey’in titreyen sesi kulaklarımda… Çok sevdiği anneanneciği Asiye Hanım’a sormuş “O kadar hain, zalim, kötü insanlardı da, hala niye onların dilini konuşuyorsun nine?” Anneannesi cam gibi yaşlarla dolu dolu gözlerle susup torununa bakmış. O dili konuşan diğerlerinden çok çekse de insan ana dilinden nasıl vaz geçer?… Geriye dönüp, büyüklerinin izini sürmek, kendini tanımak, hem de elinde bayrak, koltuğunun altında harita falan olmadan, olgunlukla, sabırla köprüler atmaya çalışmak torun açısından da cesur ve saygı duyulacak bir adım değil mi? Atilla Bey, Girit’te yaşamış Müslümanlar üzerine, yine Girit’te doktora yapmak istiyor, umarım başarır…

 

Tanıyanlar bilir, pek kötü şey yazmam. Bu kez son sözleri aktarmak için anlatmalıyım. Nur Hanım ve Billur Hanım’ın büyük dayıları Azmi Bey Girit’te feci şekilde öldürülür. Onun ölümünün yarattığı travma ile aile Girit’i terk eder. Ikisi de içlerinde hiçbir nefret duygusu taşımadan geziye katılmışlardı. Nur Hanım, her zamanki candan haliyle bana döndü “Yahu, dünya evrende bir zerre. Biz içinde neyiz ki!!!! Bu kadar kendini önemsemek de ne oluyor? İçinde nefreti büyütür, onunla yaşarsan, nasıl ilerlersin, yaşam nasıl devam eder?” dedi. Sizce de haklı değil mi?