KARTALLAR ÜLKESİ ARNAVUTLUK’DAN GELİYORUM

GÜMÜŞ VE BEYAZ KENTLERİN ANILARIYLA 

(Belgin Çallıoğlu)

Sararmış bir zarftan yıllar sonra çıkan bir mektupla öykülenen bir geziye hiç katıldınız mı? Arnavutluk kapıları Yanya’ya gelin giden bir genç kadının tüm yaşamı boyunca göremediği kardeşinin yazdığı mektup aracılığıyla açıldı bizim için. Ve kalıpyargıların değişmesini de sağladı. Geçmişi, bugünü ve geleceğin imgelerini hep birlikte izledik.

Lozan Mübadilleri Vakfı’nın yıllardır düzenlediği atavatan gezileriyle geçmiş öykülerine kavuşan yüzlerce yeni kuşak mübadillere, sevgili arkadaşlarım Şule ve Lale kardeşler de katıldı İşkodra’da. Mektup, babaannelerine yollanmıştı ve yıllar sonra Tanaş arkadaşımızın yardımıyla aile üyelerinin İşkodra’da kalan parçalarıyla bütünleşti iki kardeş. Öykülerini tüm anları ve duygularıyla en kısa zamanda okumak dileğiyle ben Arnavutluk’un yeni yüzünü anlatmaya çalışacağım.

Kartallar ülkesi anlamına gelen ‘Shqiperia’ ya da yaygın kullanımıyla ‘Albanya’ çok kimlik değiştirmiş ve kültürlenmiş, 1967’de, Enver Hoca tarafından Ateist bir devlet olarak resmen tanımlanan ve işgal korkusuyla tüm yolboyu 200-300 metrede bir gözünüze takılan beton papatyaların/bunkerların/koruganların ülkesi Arnavutluk bugün hızla kapitalist sistemin içinde yer alıyor. Ve çeyrek asra yakın dinsiz olan devlet bugün laikliğiyle gurur duyuyor. En güzeli de farklı inanç sahipleri ya da inançsızları aynı mezarlıkta sonsuz uykularını uyuyorlar.Nüfus olarak üç milyon gibi bize göre çok küçük bir ülke ama etki alanları genişlemekte.

30 Mart 2016, öğleden sonrası 14 kişilik grubumuz ve iki kaptanımızla başladık gezimize. Keşan, Yeni muhacir beldesinde yenen lezzetli köfteler ve peynir tatlısından sonra bol uykulu bir gece yolculuğunun ardından Yanya güneşinde açtık gözlerimizi. Her zaman kaldığımız otelde kahvaltı edip, Girit’den gelip bizi bekleyen Vakıf gönüllümüz Tanaş’ı alıp aynı Kapadokya gibi ‘güzel atlar diyarı’ anlamına gelen Konitça/ Koniça’ya gittik. UNESCO’nun koruması altındaki yemyeşil vadide 1536’da Sultan Süleyman’ın yaptırdığı küçük bir cami ve yanında türbesi de var. Köprü ve ırmağı da fotoğraflayıp yıllarca okul olarak kullanılan bugün bir konferans ve sergi salonu olan yapıyı da gördükten sonra Arnavutluk’a giriş yaptık. Gümrük memuresinden aldığımız bilgiyle Dervişcan’ın yerinde bol kekikli et, organik otlar ve İtalyan komşuların tatlısı panacottayı yedik. Bu gezideki mide bayramları nasıl başladıysa öyle gitti. Aslında gurme kimliğini korumak için tüm grup elimizden geleni yaptık doğrusu.

Belleğimde eski taş evleri ve Arnavut kaldırımlarıyla, Drino Vadisi’ne bakan karlı dağlarıyla bir masal şehir olarak kalacak olan Gjirokastra ya da Ergiri’ye ulaştık. Kentin adını taşıyan otelimiz eski bir Osmanlı Konağı’nın avlusuna sıra sıra dizilmiş odalar biçimindeydi. Otel işletmecisi Kazım, annesi ve kardeşiyle güleryüzle karşıladılar bizi. Gümüş renkli şehirde yaptığımız yürüyüş bizi bugün müze olan Enver Hoca’nın doğduğu, annesinin evine ve Etnoğrafya Müzesine götürdü, İsmail Kadere Caddesi’nden geçerek.

Etnoğrafya Müzesi’ndeki geçmiş yüzyıllara dayanan döşeme şekli ve babaannemin Rumeli’den getirdiği kırmızı yün dokumaları (Valesa) ve büyük kumaş ve kürk kaplı sandıklar çocukluğuma döndürdü beni.
Çarşı sanki yüzyıl öncesinde kalmış gibiydi, dinginliğiyle, sessizliğiyle. Yemeğimizi taş oymacısı ustanın işliğinin hemen üstündeki Odacı’da çıtır çıtır yanan odun sobasıyla sıcacık bir ortamda yedik.

Ertesi sabah Balkanların en büyüklerinden olan ve ilk izleri İsa’dan önce 4. yüzyıla dayanan ve 13.-15 yüzyıllar da genişleyen kalenin son genişlemesi Tepelenli Ali Paşa zamanında olmuş. Öyle ki Ali Paşa Kale’nin eteklerinden başlayıp oniki kilometreye ulaşan bir su kemeri de yaptırmış. Ünlü İngiliz ressam Edward Lear, bu kemeri bölgeye yaptığı gezide resimlemiş. Ancak 1932’de şehir konseyi güzelim yapıtı yıkarak taşlarını farklı yerlerde kullanmış. O yıllarda yok edici olan yetkililer bugün bu dev kalenin tüm galerilerini güneş enerjisiyle aydınlatarak farklı bir boyuta ulaşmışlar ve çevre koruma ödülü almışlar. Çevreden söz ederken; bu güzel şehir yüzyıllarca canlı bir ticaret merkezi olmuş Osmanlı döneminde. Enver Hoca da doğduğu şehre endrüstri yatırımı yapmış. Ancak 1990’dan sonra rejim değişince Gjirokastra tam bir gerileme dönemine girmiş. 2005’de UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası kapsamına alınınca şehir yeniden tarih ve kültür turizmiyle canlanmaya başlamış. Umarız bu koruma bilinci hep böyle sürer.

Kalede Bektaşi türbelerinden tutun da Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’ndan kalan Amerikan Casus uçağına dek çok farklı dokulara rastlamak ilginçti. Doğduğum şehir Tire’de türbesi olan ve adını taşıyan köyün tepesindeki özgün lokantasıyla geniş kitlelere ulaşan, böylelikle adı hep söylenen Kaplan Baba’nın Ergiri’deki gömütünde de kendimizce dua etmek hoştu. 1968’den beri savaş anılarıyla değil ülkenin en büyük halk oyunları festivaline evsahipliğiyle çok farklı bir konumda kale.

Arnavutça ‘faleminderi’ diyerek konuksever otel sahibi Kazım’a ve yediğim en lezzetli pişilerden ve ayva reçellerinden birini yapan annesine teşekkür edip düştük yola.

İlk durağımız Tepelene. Tepedelenli Ali Paşa’nın ikinci yuvasıymış. Şehrin merkezinde dev bir heykeli var Paşa’nın. Kısa bir dinlenme ve fotoğraf molasından sonra ülkenin güneyinden biraz daha ortadaki ikinci müze kent Berat’a geliyoruz.

Berat, Osumi Nehri’nin üstündeki Gorica Köprüsü’yle karşılıyor bizi. 2008’de UNESCO tarafından belli mahallleleri koruma altına alınmış. Görür görmez Safranbolu’ya benzetiyoruz. Osmanlı döneminden kalma evleri pencere üstüne pencereleriyle ‘Beyaz Şehir’ ya da ‘Binbir Pencereli Kent’ olarak da biliniyor.

Halveti Tekkesi Barok stilinden uyarlanmış kalem işleri ve
14 ayar altın kaplamalı tavanıyla Ahmet Kurt Paşa tarafından 18. yüzyılda yenilenmiş. Kırmızı çarpıcı bir tonda kullanılnış. Belki de 16. yüzyılda kendi bulduğu pembe/kırmızı tonunu tüm dünyaya tanıtan ressam Onufri’nin etkisidir. Aynı avluda Sultan Cami de bulunuyor. Tekkenin yakınında Sabatay Levi’nin mezarı olduğu da söyleniyor.

Kaleye çıkamasak da içindeki II. Bayazıd zamanında yapılan caminin bugüne kalan yıkık minaresini fotoğraflıyoruz uzaktan. Şehrin girişinde Bekarlar Camii de var. Adını şehri koruyan bekar erkeklerden alıyor. Avlonyalı İbrahim Paşa Camii olarak da adlandırılıyor. Kurşunlu Cami bugün de şehir merkezinde yer alıyor. Berat’ın en önemli kültür miraslarından biri de Onurfi Ulusal Müzesi. Bölgenin en önemli ikonografi koleksiyonunu koruyor.

Tipik bir aile lokantasında lezzetli köfte ve etlerimizi yedikten sonra ve bu müze kente hiç yakışmayan ‘Beyaz Saray’ kopyası üniversite yapısını görüp Durres ya da Dıraç’ a doğru yola koyuluyoruz.

Arnavutluğun Adriyatik kıyısındaki, Italya’ya çok yakın bu ikinci büyük şehrinde en güzel görüntü sahil boyu. Diğer yönleriyle günümüz Türkiyesi. Betonlaşmayı ve estetikten uzak tabelaları, ışıkları, yapıları görünce, ”Buraya da TOKİ uğramış.” dedik hepimiz. Caddeler geniş yapılmış, bizdekilerden farklı olarak. Recep Tayyip Erdoğan Pizzacısı, Klaşnikov ve Wall Street barları da unutulmamalı..!

Artık başkentteyiz. Akşam renklerinde otelimize ulaşıyoruz. Enver Hoca zamanında yapılan yapay göle yakın Dınasti Otel’de kalıyoruz. Otel müdürü İsa Bey emekli subay olduğunu ve kurmaylık eğitimini Türkiye’de HKK’nda aldığını söylüyor,çok düzgün Türkçesiyle. Onun önerdiği Jubennilya Castle restoran, kulesinden saç örgüsü şeklinde sarkıtılmış halatıyla Rapunzel masalına ışınlıyor bizi çocukluk gülümsemelerimizle.Nefis yemekler, peynirler, kaliteli şaraplar ve Triliçe tatlısının en leziz örneklerinden birinin sunumuyla keyfimiz artıyor.

Kapitalizmin en dinamik/t şehirlerinden biri olmuş Tiran. Her yerde yapılaşma sürüyor. Sabah ilk durağımız olan kentin merkezindeki meydan ulusal kahramanları Gjergi K. Skanderberg’in adını taşıyor. Eski rejimin karargahı şimdi kültür merkezi. Ön cephesi bize 1946 sonrasını anımsatıyor. Bir yanda Opera Binası, karşısında kalem işleri, revakları ve saat kulesiyle Osmanlı sanatının zarif bir örneği Ethem Bey Camii, caminin önünde hediyelik eşya satmaya uğraşan savaş göçünün çocukları ve diğer yanda merkez bankası binası. Tam anlamıyla çağımızın kaosu görselleşmiş burada. İki günün dinginliğinden sonra bu karmaşa çok fazla geliyor bize.

Sırada dünya Bektaşiliğinin merkezini ziyaret var. Orada huzur ve sessizlik vardır diye düşünerek rahatlıyorum da inşaat gürültüsüyle karşılaşınca alt üst oluyorum. Merkez Eylül 2015’de açılmış. Ancak bahçe düzenlemeleri hala sürüyor.

Türkiye’de üniversite öğrenimini bitiren Hüseyin Süleymani rehberimiz Arnavutluk’da Bektaşiliğin tarihini anlatıyor. 1925 sonrası Salih Niyazi Dede Türkiye’den Tiran’a taşıyor dergahı. Mücellitler kolu (hiç evlenmeyenler) burada devam ediyor. İran ve ABD’den çok destek aldıklarını öğreniyoruz. Varaklı koltuklar, gösterişli bir yapı şaşırtıyor beni; Hacıbektaş’da duyumsadığım huzuru burada duyamıyorum. Ancak geçmişten bugüne dek sakladıklarını sergiledikleri salonda dinlediklerim ve gördüklerim olumsuz düşüncelerimi uzaklaştırıyor. Asıl önemli olan kimseyi yargılamadan görebilmek ve hissedebilmek.

Galatasaray Spor Klubü’nün kurucusu Ali Sami Yen’in ailesi de çok önemli bir yere sahip Arnavutluk’da Fraşerler olarak. Bu konudaki incelemeleri de Esat arkadaşımız yazacak bizlere.

Bahçede yer alan Hacı Bektaş heykelinin önünde fotoğraf çekip İşkodra yoluna çıkıyoruz.

İşkodra yüzyıllarca Osmanlı kimliğini korumuş bir kent.. İlk fotoğrafı Şule, Lale ve onları karşılayan kuzenleriyle çekiyorum otobüsten iner inmez. Ne güzel bir ailenin üyelerinin yıllar sonra ilk kez bir araya gelmesi. İşkodra Venedik tarzı evleriyle, eski çarşısıyla da ünlü. Rozafa Kalesi, Drin nehrine bakan tepede tüm görkemiyle ve söylencesiyle en büyük çekim merkezi. Kalenin eteğinde yer alan Kurşunlu ya da Buşatlı Mehmet Paşa Camii 18. yüzyıldan kalan tek tarihi cami. Kaleyi gezdikten sonra o güzelim manzarada oturup sosyoloji çalışmak da iyiydi benim için.

Akşama doğru Şule ve Lale’yle buluşup yola çıktık. İkisi de çok duygulanmış ve sıcacık anılarla dolu nemli gözlerle geldiler yanımıza. Otel sahibi bizi kendi seçimi mönüyle ve kavındaki şaraplarla ağırladı restoranında. Arnavut müziğinden örnekler beklerken Tanju Okan, Ayla Dikmen ve Ajda Pekkan’ı dinledik. Gelincik çiçeğinin yeşil halinde yapılan mücverimsi köftesini yedik.Şulelerin akrabalarının hazırladıkları tatlılar ve sohbetimizin tadıyla yemeğimiz de daha bir tatlandı.

Arnavutluk gezimizin son günü Elbasan’dayız. Annemin yoğurtlu yumurtalı karışımla hazırladığı nefis Elbasan Tavası’nı Elbasan’da yemek için zamanımız yoktu. Şehrin merkezindeki surları, burçları ve arkeolojik alanı ve geniş ana caddesiyle sevdim Elbasan’ı. Ah, bir de kahve içerken yanımızdan ayrılmayıp sürekli para isteyen o uzak ve acılı topraklardan gelen çocukların zamansız büyümüş gözleri yüreklerimizi yakmasa dünya güzel diyebilirdik…

Arnavutluk çok iz bıraktı bende. Farklı kültürleri, kimliklerin harmanı, dinginliği, enerjisi, gümüş rengi kaldırımları, taş çatıları, kırmızısı, ırmakları, çocukları, yaşlıları, özgüvenli kadınlarıyla özel bir ülke. Umarım, gereksiz dış yardımımsı müdahelelerle yüzyıllar sonra buldukları yaşam birliğini yitirmezler.

Kristalopigi sınır kapısından Makedonya’ya giriş yapıyor Ohrid Gölü kıyısında mola veriyoruz öğleden sonra. İkinci gelişim Ohri’ye. 200 den fazla endemik türü barındıran bu derin göl 1979’da UNESCO tarafından korunmaya alınmış. Ancak çevresindeki yoğun nüfus ve turizm gölün geleceği açısından pek de umut vermiyor.

Eski çarşı, Safranbolu tarzı evler, park ve güneşli bir Nisan gününün kalabalığında yediğimiz yemek ve dondurma içimizi açtı doğrusu.

Şimdi yine sınırdayız. Bu kez Yunanistan’a giriş.Sabah kahvaltısı Arnavutluk’da, öğle yemeği Makedonya’da ve akşam yemeği Yunanistan’da bugün.

Gianitsa’da dostlar karşılıyor; Muratis, Sophia, Eleni, Petros da katılıyorlar akşam yemeğimize. Kasım ayında verdiğimiz konseri, neşemizi anımsıyorum.

Rahat bir uykudan sonra bu güzel gezinin en anlamlı durağı ata şehrim Karaferye’deyiz. Harula, Yorgo, Marinazlı yanımızdalar. Çermen Mahallesinde Yolageldi Camisini geziyoruz, Barbuta Mahallesindeki Ulusal Arşiv’de bilgileniyoruz. Tepedeki cafede babacığımın çok sevdiği revaniyi çabucak bitiriyorum. Sonra da hani paylaşacaktık diye hayıflanıyorum.

Bir gün Tire ve Karaferye’yi karşılaştıran bir kitap yazma umudundayım. O denli çok benzerlık buluyorum ki her gidişimde. Çocukluğumun hısım akraba yüzlerini de eklemeliyim mutlaka. Renkler çok hızla yok ediliyor çünkü.

Gece yarısı eve ulaştığımda her gezinin bir anlamda yeniden doğuş olduğunu, belleğime eklenen her yeni bilgiyle, çektiğim her fotoğrafla, tanıdığım her yeni yüzle adeta bir ağaçmışcasına yeni dallara kavuştuğumu duyumsuyorum.

Sözün özü: Toplam 16 kişi çıktık yola, hoşgörü ve güler yüzle gittik, döndük. Biz bu rotada ilk olduk Vakıf ve Derneğimiz için. Çok yolcusu ve hep güzel anıları olsun tüm gezilerimizin, sağlık, sevgi ve dostlukla. (10 Nisan 2016)

Belgin Çallıoğlu

 

Arnavutluk ve tarihinde bir gezinti (31 Mart-3 Nisan 2016)

Esat Halil Ergelen

 

Arnavutluk; Adriyatik kıyısında küçük bir Balkan ülkesi. Yüzölçümü 28.748 kilometrekare olan bu ülkenin nüfusu ise 3.000.000 civarında. Dünya’da ise neredeyse bir bu kadar daha Arnavut yaşamakta, diyasporanın yaklaşık 1.500.000 kadarı komşu Kosova’da yaşamaktadır, yine ülkemizde 250.000’den fazla Arnavut kökenli yurttaşımız vardır, geri kalan nüfus ise Yunanistan başta olmak üzere neredeyse dünyanın dört bir tarafına yayılmış durumdadır.

 

1967 yılından sonra sosyalist rejim artık dine ihtiyaç kalmadığına kanaat getirerek dini yasaklamış. Ta ki 1992 yılına yıkılana kadar dinler illegal bir şekilde yaşamış. Nüfusun yaklaşık %70 kadarı müslüman, %20 kadarı ortodoks, %10 kadarı ise katoliklerden oluşmaktadır. Son nüfus sayımında müslümanlar kendilerini islam olarak nitelendirmeleri nedeniyle bektaşi / sünni dağılımı net olarak bilinmemekte ama her kesim 70/30 oranında kendi nüfuslarının daha fazla olduğunu öne sürmektedir.

 

Arnavutluk’a Yanya üzerinden girer girmez , dağlık bir coğrafyanın dayattığı yerleşim tarzı hemen dikkati çekiyor. Birbirine paralel uzanan dağlar arasında dar bir ova bu ovayı ortalayan  yol boyunca -aralarında en fazla bir kilometre mesafe olan- ovaya inen yamaçlar üzerinde kurulmuş bir birine yakın onlarca köy Arnavutluk hakkında ilk dikkat çekici manzarayı sunuyor.
Yemeğimizi işte bu köylerden biri olan Dervişan köyünde   yiyiyoruz: . Dervişan Köyü’nün halkı ortodoks o nedenle kendilerini Rum olarak nitelendiriyorlar ve Rumca konuşuyorlar. Köyde iki lokanta var, ikiside Arnavutluk’un doğal ortamında beslenen harika keçi ve kuzu lezzetleri ile karşılıyor bizi.

Kokoreç

Şefin tavsiyesi
Benim tavsiyem kokoreç: malum bizde kokoreç bağırsağın bumbar üzerine sarılması ile hazırlanır, burada ise şişe; böbrek, yürek,dalak,ciğer velhasıl tüm sakatatlar geçirildikten sonra üzerlerine ince bir bağırsak tabakası dolanarak pişirilip servis ediliyor.
Küçük bir hatırlatma, elbette kuzular süt kuzusu!

 

 

Yemekten sonra Arnavutların Gjirokaster adını verdiği Ergiri Kasrına doğru yola çıkıyoruz. Yol boyunca dikkatimi çeken, topraklarının sadece %17’sinde tarım yapılabilen bu ülkede insanların işlenebilir toprakların her karışını değerlendirmesi oluyor. Tarlalar arası sınırları oluşturan çitlerin neredeyse tamamını üzüm asmaları oluşturuyor. Toprağın azlığı ve bölünmüşlüğü makineli tarımı neredeyse imkansız kılıyor. Çocukluğumda gördüğüm gibi otları tırpanla kesip, tırmıkla toplayıp, hayvanlarla taşımalarına tanık olmak beni inanılmaz mutlu ediyor.

Yol boyunca bize eşlik eden elektrik şebekesi ve indirme hatları belliki sosyalizm döneminden kalmış ama elektrik ihracatı bu ülkenin önemli gelir kalemlerinden birisini oluşturuyor ve elektriğin 4/5’i hidroelektrik santrallerinden karşılanıyor.

Arnavutluk’un ilk sakinleri İlliryalılar. İlliryalılar ilginç bir şekilde MÖ 7. YY’da kıyılardaki Yunan kolonileri ile tanışmalarına rağmen dillerini ve kültürlerini korumuşlardır. Arnavutlar İşkombi nehrinin kuzeyinde bulunan Gegalar ve güneyinde bulunan Toskalar olararak ikiye ayrılıyor.Ki Osmanlı’da bu bölgeleri Gegalık ve Toskalık olarak anmıştır. Gegalar lehçelerinin farklılığı ve milli kimliklerini korumakta gösterdikleri hassasiyetle Toskalardan kolaylıkla ayrılır.