ATALAR DİYARINA YOLCULUK

Lozan Mübadilleri Vakfı’nın Girit gezisini duyduğumda; gezi tarihinin, yorucu başka bir yolculuğun hemen ardında olduğunu bilmeme rağmen seyahat arkadaşım Hülya’yla bu deneyimi yaşamayı arzu ettim.

Bu tur; atalarımın memleketi Girit’e beşinci ziyaretim olacaktı. Kitaplarımı yazmadan ve yazarken gerçekleştirmiştim öteki yolculuklarımı.

Açıkçası; Ada’yı çok sevmeme karşın bu ara düşünmüyordum böyle bir gezi ama Lozan Mübadilleri Vakfı’nın adını duyunca dayanamadım.

Daha önce, Vakfın Selanik Gezisi’ne katılmıştım, onlarla atalarımızın izini sürmenin bir ayrıcalık olduğunu öğrenmiştim önceki deneyimimden.

Bizimle seyahat edecek yolcuları görünce, kararımın ne denli isabetli olduğunu anladım. Ortak bir paydada birleşmek, insanların birbirine daha çabuk kaynaşmasına neden oluyor. Yolcuların çoğu; ataları Girit’ten gelmiş ya da Giritli bir tanıdığı olup adaya sempati duyan insanlardı. Amaçlar aynı olunca; yakınlaşmak da o denli kolay oluyor. Bir kısmını yeni gördüğüm insanlarla, kırk yıllık dostmuş gibi kaynaştık. Hepsi birbirinden lezzetli Girit yemeklerini yerken masa sohbetleri yaptık yeni dostlarımızla.

İzmir’den elli dakikada Girit’e varmak da bir ayrıcalıktı. Önceki gezilerimizde, birkaç aktarmayla gittiğimizden, bütün bir günümüzü yolda geçirir, Ada’nın o güzel atmosferini, gidiş-dönüş araya girince, olması gerekenden iki gün daha az yaşardık.

Benim için diğer bir sürpriz de üçüncü romanımın kahramanı, babaannemin kardeşinin oğlu Ahmet Telyar’la karşılaşmak oldu. Uzun süredir görüşmediğim için kopma noktasına geldiğim akrabamla yeniden yakınlaştım, ondan dördüncü romanım için değerli bilgiler edindim.

Gezimize, her zamankinin aksine, bu kez Ada’nın doğusundan başladık. İçinde yer alan gölü ve bu gölün derinliği hakkında birçok efsaneyi barındıran Aya Nikola’ya vardığımızda; Girit gezilerinin olmazsa olmazı, Türk Yunan dostluğuna büyük katkıları olan, Türkçesi şaşırtacak derecede düzgün, Tanas Cimbis Bey’i aldık otobüsümüze.

İstanbul doğumlu Tanas Cimbis, büyük bir özveride bulunarak gezi boyunca yanımızdan ayrılmadı, Sefer Bey’e yardımcı olarak seyahatimizin daha renkli geçmesine vesile oldu.

Aya Nikola’da şehir turu yaptıktan sonra, dünyada eşi benzeri bulunmayan, inanılmaz hüzünlere tanıklık etmiş olan Spina Longa Adası’nı ziyaret ettik.  Adaya ikinci gidişimdi ve bu ziyaret beni ilkinden daha fazla etkiledi. Venedik döneminin en güçlü kalelerinden birini barındıran Ada, bu güçlü kale yüzünden Osmanlılar tarafından ancak 1715’te fethedilebilmiş. Yine aynı nedenle; ele geçiremedikleri Adayı, bu kez Osmanları kaçırtmak onların elinden kaleyi alabilmek için 1903’te cüzzamlıları yollamışlar oraya. 1957 yılına kadar burada yaşayan Cüzzamlılar, orada düzenli bir hayat kurmuşlar. Ada; onların, acıyı, hüznü, küçük mutlulukları, aşkı yaşadıkları bir barınak olmuş,

Adanın konumu, havası sizi hemen içine çekiyor. Hayal kurmaya yatkın bir atmosferi var. Geçen gezimizde önerdikleri Victor Hislop’un “Ada” isimli romanını okuduktan sonra, buradaki her noktaya; romandaki yerini bulmaya çalışarak baktım. O öyküdeki mekânları, karakterleri, hüznü, umudu, umutsuzluğu yaşadım adeta.

Lezzetli ama geç yenen bir öğle yemeğinden sonra, oranın gönüllü, yerel dansçılarından oluşan gençlerle dans edip coştuk.

Yerepetra’daki gecelememizin ardından, ertesi gün, Heraklion’u doğru yola çıktık.

Şehre vardığımızda, ilk kitabımı yazarken bütün romanlarını zevkle okuduğum, Osmanlı döneminin Girit’i hakkında değerli bilgiler edinmeme vesile olan Nikos Kazancakis’in sade, gösterişten uzak kabrini ziyaret ettik. “Çarmığa gerilen İsa”  kitabından sonra din adamlarınca aforoz edilen Kazancakis’in, ölümünden sonra sahip çıkılan na’şı, buradaki basit anıt mezarda, sevenleri tarafından ziyaret ediliyor.

Sonraki durağımız, adını ülkenin efsanevi kralından alan Minos Krallığının başkentiydi. Burada bulunan,   Mitolojik bir dolambaç olduğuna inanılan ve içerisinde birçok oda bulunan Knossos SarayıM.Ö. 2000 yılında inşa edilmiş.
Ardından, şirin bir Girit köyü olan Arcanhes’e,  Maria’nın lezzetli yemeklerini tatmaya gittik. Benim burayı da ikinci ziyaretimdi. İlk gidişimde gördüğüm bir buçuk metrelik aile ağacının bulunduğu kâğıdı, yeniden çıkarmasını istedim Maria’dan. Aile ağacının yarısı Hristiyan isimleri, yarısı Türk isimleri. Tekrar bakmak istememdeki amacım “Ferda” ismini orada yeniden görebilmekti.

Mübadeleden sonra, bütün aileler dağılmış. Ne yazık ki; tek suçu “Müslüman” olmaktan ibaret olan insanlar, Anadolu’daki Hıristiyanlarla yer değiştirmek zorunda kalmışlar.

Üçüncü romanımda bu konuyu işlemiştim.  Rum gençlerine âşık olan kızlar, oğlanlar din değiştirerek Girit’te kalmışlar. Geçen gezimizde, bir kısmı burada kalmış, bir kısmı Türkiye’ye göçmüş bir aileyle tanışmıştık. Yıllar sonra birbirlerini bulmuşlar, birbirlerine, gelen gidenle hediyeler gönderiyorlardı. Gezide bulunan Nigar Balın hanımefendi Türkiye’deki ailenin,  buradakilere yolladığı armağanları getirmiş, onlarınkini de Türkiye’dekilere ulaştırmak üzere almıştı.

Gecelemek üzere gittiğimiz Capsis Oteli’nde, Knossos Sarayı’nın labirent anlayışıyla yapılmış koridorlarının, dolambaçlı yollarından odalarımıza ulaşmaya çalışırken gülüştük.

Gece, ikinci Dünya Savaşı’nın bombalarından nasibini almış şehrin, ender kalmış tarihi bölümlerinden birini gezerken, Yunan gençlerin rahatlığı, bir kez daha dikkatimi çekti.

Üçüncü günümüzün sabahında gezdiğimiz, otelimizin hemen dibinde bulunan Arkeoloji Müzesine doyamadan, Resmo’ya gitmek üzere otobüsteki yerimizi aldık. Bir kez daha anımsadık ki; Girit, defalarca gelinmesi, hakkıyla gezilmesi gereken bir ada.

Birinci romanımın kahramanı, babamın dedesi Ahmet Cemal Resmolu olduğundan, bir defasında yalnızca Resmo’da on gün kalarak şehri ve civarını keşfetmeye çalışmıştım. Onların deyişiyle “Retymon” kesinlikle yarım günde gezilecek bir şehir değil.

Osmanlı zamanında; Resmolular, öteki şehirde yaşayanlara göre daha rahat olduğundan Kandiyeliler onları hafife alırmış. Kandiyeli olan anneannem, dedeme kızdığı zaman “Hıh! Siz Resmolusunuz ne olacak” gibi küçümser bir ifade takınırmış.

Girit’in en sevdiğim ve ikinci büyük şehri olan Hanya, bana her zaman yuvammış gibi gelir. Turistler de benimle aynı fikirde olsa gerek; en çok rağbet ettikleri yerlerden biri olduğu sayılarından belli.

Babaannemin yaşadığı bu şehir, beni her gittiğimde duygulandırmıştır. Babaannemin babasının dükkânının bulunduğu Splantzia Meydanı’nı gezerken, Nedim Atilla’nın kulaklarını çınlatmadan geçemedim.  Oradaki üç yüz yıllık çınar ve Bella sombra ağacını Türklerin diktiğini, anneannesinin vasiyeti üzerine, orada, bol bol Türkçe konuşmamız gerektiğini söylemişti. Bu kez, orada bir kahvede oturup Türkçe konuşamadık ama sahile çıktığımızda; babamın teyzesinin oğlunun, babaannemin oturduğu evi göstermesi beni çok duygulandırdı. Evin balkonundan “Ağa Camii”nin göründüğünü söylermiş annesi. Sahildeki evleri göstererek “Bu iki evden biri,” dedi.

“Günümüzün Hanyalıları kendilerini “Venedik entelektüelliği, Osmanlı sadeliği ve Akdeniz’in sağlıklı beslenmesi” ile tanımlıyorlarmış” demişti geçen gezimizde rehberimiz.

Ertesi gün, önceki gelişlerimde balığının, deniz ürünlerinin lezzetiyle aklımda kalmış olan Apostol’ün yerinde yemek yedik.

Her güzel şeyin olduğu gibi; bu seyahatin de sonu, tadı damağımızda kalarak, çabucak geldi.

Bu gezi için başta Lozan Mübadilleri Vakfı’na, özveriyle bize şehri gezdiren Sefer Bey’e, Tanas Bey’e, bu geziden haberimiz olmasını sağlayan Taner Bey’e çok teşekkür ederim.

Sonraki gezilerde buluşmak üzere