ATA TOPRAKLARINA ZİYARET (İlkbahar 2012)

2012 yılının İlkbahar aylarında mübadiller olarak ata topraklarına farklı güzergahlarda dört ayrı ziyaret gerçekleştirdik.Bu ziyaretlere katılan dostlarımızın izlenimleri ve fotoğrafları aşağıdadır.

Girit-Atina Ziyareti (  22 Mart-27 Mart 2012 )

6 gün 5 gece süren bu ziyaretimizi  İstanbul’dan Atina’ya hava yoluyla,  Atina-Pire’den Girit’e deniz yoluyla gerçekleştirdik. Girit’e gidiş ve gelişlerimizde 2 gün Atina’yı gezdik.  Atina’da; Akropol, Osmanlı döneminden kalan Fethiye Camii, Mustafa Ağa Camii, Omonia ve Sintagma meydanları görüldükten sonra Nea Ionia, Nea Filadelfia  gibi Rum Ortodoks mübadillerin kurdukları yerleşim yerlerine gidildi. Nea Filadelfia’da Isparta Mübadilleri Derneği’nin açtığı İzmir Kartpostalları sergisi ve derneğin mübadele müzesi ziyaret edildi. Atina’nın ünlü tarih ve folklorik müzesi olan BENAKİ müzesi gezildi.

Pire’den gemi ile gittiğimiz Girit Adası’nda keyifli 4 gün geçirdik.   Kandiye, Resmo ve Hanya’da mübadillerin yaşadıkları mahalleleri, mübadeleden sonra günümüze kadar varlığını sürdüren eski camileri, tekkeleri, medreseleri gezdik. Anadolu’dan göç eden Rum Ortodoks mübadillerle buluştuk. Ziyaretimiz sırasında gerek şehirlerde gerekse köylerde  Girit mutfağının özgün ve lezzetli yemeklerinin tatma imkanı bulduk.

Belgin Çallıoğlu 2012 Yanya-Parga-Preveze-Narda-Kalambaka

Suyun Öte Yanına Dostlukla

Yürekleri ısıtan kocaman bir dostluk gezisini yazacağım bu akşam, suyun öte yanındaki duygularımı. Bazı zamanlar karar vermemin güç olduğu anlarda ne denli doğru davrandığımı, vazgeçmemenin güzelliğini…

İki ay kadar önceydi, Lozan Mübadilleri Vakfı’nın yemeğinde Nisan’da ilk kez yeni bir rotayla Yunanistan’a gidileceğini duymuştum. Ekim gezisindeki dostlar çok istedikleri halde katılamadılar. Ben de GSU kurslarındaki derslerimi bitirmiş bu ilkyaz gezisini iple çeker olmuştum. tam o sırada sevgili kuzenim Zafer ağabey’imin ani kaybıyla sarsıldım. Beş gün tüm acılardan, ülkemin yorucu gündeminden, yaşamın sorumluluklarından uzaklaşmak çok iyi gelecekti. bu duygularla çıktım yola.

Yeni günün ilk dakikalarında çıktık yola. Bir İzmir’li olarak 35 numaralı koltuk bana yan koltuk komşularım iki  kızkardeşin, Şule ve Lale’nin güzel dostluğunu kazandırdı.Hemen arka sıradaki Çetin Hocamız, dernek başkanımız Esat kardeş, değerli akademisyen, tüm olgunluğuyla bizlere katılan Fatma hanım ve iki gün sonra yol arkadaşım olan sevgili Ülkü, hepsine teşekkür borçluyum bu neşeli yolculuğu paylaştığım için.

Gezinin ilk dakikalarından dostluğun paylaşımına geçtim hemen. Evet, ilk durağımız Dedeağaç’dı. Güneşin ilk ışıklarıyla şehir planlamasını Rus’ların yaptığı bu sahil kentinde ben hemşerim Çimen hanımı tanıdım. Sema ve Semra hanım ve Umut’la nefis böreklerimizi (hele kremalı böreğin tadını unutmak mümkün mü?) çaylarımızı, kahvemizi içip Selanik yoluna devam ettik.

Selanik’e üçüncü gidişim de olsa her kez daha çok seviyorum. Atatürk’ümüzün evine gittik ilk olarak. Ve orada beni en çok 98 yaşındaki birinci kuşak Lütfü karadağ’ın yazdıkları etkiledi.
”Aziz Atam, Senin doğduğun topraklara bugün bir kez daha geldim, bir kez daha evini gezdim.
Doğduğun bu evde aldığım her nefeste seni yaşadım, seni andım. Sana, bize armağan ettiğin ülkenden yüreğimi getirdim.
Şükranımı daha başka nasıl ifade edebilirim ki…
LÜTFÜ KARADAĞ
Emekli TCDD müfettişi.
1 Mayıs 1914 doğumlu
birinci kuşak Yanya mübadili”
Yaşamımda unutamayacağım anlardan biriydi Lütfü Bey’in 98 yıllık yüreğinden koan bu mesajla Işık İlk öğretim okulu’ndan öğrencilerin yaprak yaprak yazdıkları mesajların bir araya gelişi.

Lütfü Bey, yaşama ve ilkelerine bağlılığıyla beni derinden etkiledi. O akşam, Beyaz Kule, Kordon gezileri ve Umut’la bol fotoğraf çekimlerimizden sonra tavernadaki yemekte Lütfü Bey’den ‘Haydar Haydar’ dinledik. İki yakanın insanları elele hora teptik. Sofra lezzetli, müzik ve ruhlar dosttu.

Ertesi sabah Yanya’ya hareket ettik. Şehre girişte erguvanlarla bezenmiş bulvar karşıladı bizi. Erguvanların açmasını her yıl sabırsızlıkla beklerim. Ve bu bahar ne şanslıyım ki suyun öte yanında İyonya yollarındaki erguvanları da gördüm.

Yanya, göl kıyısında çok güzel bir şehir. Göldeki adada Tepedelenli Ali Paşa’nın son günlerini geçirdiği konağını gezdik. karlı dağların eteğindeki şehri fotoğrafladık. Akşam üzeri de kaleyi ve Aslanpaşa Camiini görmeye çıktık. Güzel bir resim sergisi gezdik. Ve en ilginci fotoğraf sanatçısının Türk dostu olması, sufizme ilgisi ve ney çalmasıydı. Sergiden sonra ik yunanlı genç hanmla sohbet ettik. Christina ve Maria türkçe kursuna devam ediyorlardı. Birbirimize e-posta adreslerimizi verdik. Dün Christina’dan Türkçe yazdığı içten bir mesaj alınca çok sevindim.

Ertesi sabah Yanya’da Lütfü Bey’in doğduğu konağa gittik.
Bir hafta öncesinden doğum gününü kutladık hep birlikte. Tüm grup gelecek yıl 100. yaşına
basışını kutlamak için sözleştik. Rotamız Parga’ydı. Parga, sevgili Meral Okay’ın senaryosunu yazdığı ‘Muhteşem Yüzyıl’ dizisinin güçlü karakteri Pargalı İbrahim paşa’nın bize yakınlaştırdığı çok şirin ve bozulmamış bir sahil kenti. Kalesiyle, özgün mimarisiyle, balıkçıları ve çocuklarıyla anılarımızdaki yerini aldı. Parga’da grubumuzla yediğimiz lezzetli deniz ürünlerinden sonra Preveze’ye gittik. Osmanlı’nın uzun süren deniz savaşlarından sonra kazandığı bu kentin sahili kadar sokakları ve Endülüs tarzı Belediye binası da çok hoştu. Akşam yemeğini Yanya’da bir tavernada aldık. Lütfü bey’in yemeğin sonunda Lale’yle bana küpe armağan etmesi otobüsümüzün diğer üyelerince de değerlendirildi:))

Yanya’dan Meçova’ya yola çıktık kahvaltıdan sonra. Meçova küçük bir dağ kasabası. ulu ağaçları ve yaşlı insanları, lezzetli peynirleri ve balı ile özgünlüğünü koruyor. Sıra Çimen hanım’ın görünce çok etkileneceksiniz dediği Meteora Manastırları’ndaydı. Kaya ormanı da denilen Kalambaka’nın bu bölgesinde tam 21 manastır varmış. Özellikle Zembilli Manasır çok ünlü. Keşişler günlerini üçe bölerlermiş. uyku-ibadet-günlük işler.Sarp kayaların üzerine kurulmuş manastırların görkemi görülmeden anlaşılmaz gerçekten. Her ne kadar fotoğraf çekimine doyamadıksa da yola çıkma zamanı gelmişti ne yazık ki. Artık benim yanımda yirmi yıldan fazla yaşadığı Preveze’den İstanbul’a dönüş yapan Ülkü vardı. Ne güzel aydınlattı bizim grubu. 23 Nisan’ı kutlarken LMV’nin genel sekreteri Sefer Bey’in doğumgününü de kutladık.

Selanik’e dönüş yolumuzda Narda Trikala ve Larissa’da Osmanlı mimarisinin izlerini gördük. Narda’da tarihi köprüyü fotoğrafladık. Umut yolculuğuna çıkan Pakistan’lı ve Bangladeş’li göçmenlerin hali yüreğimizi acıttı. Yunanistan Avrupa Birliği üyesi olduktan sonra kadim zeytin ağaçlarının bir bölümünü yok edip narenciye dikimine yönelmiş. Hasan Baba Tekkesi’ne giderken yol kenarlarında çok lezzetli portakallar düştü kısmetimize.

Yunanistan’ın Epir bölgesi verimli toprakları ve Adriyatik’e kıyısıyla görülesi bir yer. Ve bu bölgede terkedilmiş ya da kültür merkezine dönüştürülmüş de olsa Osmanlı dönemi yapıtlarını görmek hoşuna gidiyor insanın. Tarihin izlerini yaşıyorsunuz çünkü.

Selanik’e dönüş yolunda dedelerimin şehri Karaferya ya da bugünkü adıyla Veria’yı bu kez karşıdan görmek çok iyi geldi doğrusu.

Selanik’de son akşam yemeğimizi dört kız (dördümüz de sanki 17- 18 yaşların neşesindeydik çünkü) Ladadika’da çok güzel bir Girit lokantası olan Pakadiko’da yedik. Gerçek Yunan rakısı olan ‘çikudya’ eşliğinde. Çok keyif aldık dördümüz de.

Gün 25 Nisan’dı ve dönüş günü gelmişti. Serez’de Şeyh Bedrettin’i Nazım usta’nın şiiriyle anıp Kavala’da öğle molamızı verdik. Ekim gezisinde yemek yediğimiz lokantada enfes midyeli pilav, caciki ve veda uzolarından sonra bol esprili grubumuzla sınıra nasıl vardığımızı anlamadık bile.

Yeni bir güne başlarken otobüsteki sevgili yol arkadaşlarımla vedalaşıyordum bu kez. İyi ki varsın LMV. Yüreklerin ve anıların benzeştiği dostları buldum senin aracığınla. Hep birlikte yeni gezilere …

BELGİN ÇALLIOĞLU

Esat Halil Ergelen 2012 Nisan Gezi Notları

LMV’nin Nisan Ayı gezisinde uğradığımız kentlerden biriside Preveze oldu. Preveze Türk toplumunun belleğinde ünlü deniz savaşıyla yer almaktadır,   Yanya, Parga ve Prevezeli mübadillerin belleğinde ise ayrıca memleketten vatana geldikleri ve doğdukları topraklara son kez baktıkları iskele olarak yer alır.

88 yıl sonra mübadil çocukları olarak yeniden merhaba dediğimiz bu kentte ilk uğradığımız yer haliyle şehrin limanı oldu. İçimizde olan Prevezeli bir mübadil aile evini bulma telaşına düşünce bende onların peşine düştüm.

Preveze’de maalesef Türklere ait pek bir eser yok, eskiye ait dikkat çeken en önemli eser Venediklilerden kalma bir saaat kulesi. Saat kulesinin fotoğraflarını çekerken, dedesinin evini arayan Obuz ailesinin izini kaybettim, rastgele bir sokaktan içeriye girmeye karar verdim ve tabii ki en güzel sokağı seçtim.

Bu sokak karakteristik bir Akdeniz sokağı, sıcağa karşı önlem olarak evler birbirine çok yakın inşa edilmiş, daracık sevimli bir sokak, hemen fotoğrafını çekmeye karar verdim. Rehberimiz Anna Maria yanıma geldi; “çok güzel bir sokak değil mi? Şeytan Pazar” demez mi?

İki ülkede de eski isimlerin değiştirildiğini biliyoruz, bu sokağın adının nasıl böyle bırakıldığına şaşırıyorum, ama şaşkınlığım uzun sürmüyor.

Fi tarihinde şehri idare eden Osmanlı yöneticisi işten eve giderken sık sık bu dar sokağı kullanır ve gelip geçerken yol boyu rastladığı insanlara da kamçısı ile vururmuş. Bu durum canlarına tak etmiş olacak ki mahalleli bir gece sokağın taşlarına sabun sürerek kayganlaştırmışlar, haliyle sabah atının üzerinde büyük bir kibirle geçen yönetici atının ayağının kayması nedeniyle yere düşmüş ve “şeytan pazar” diye yüksek sesle söylenmiş.

İşte o gündür, bu gündür o sokağın adı “şeytan pazar”dır.

Şeytan Pazar’da bugün o sokağın öyküsünü anlatan mermer rölyefler bulunmaktadır, bu rölyeflerde olay hem resmedilmiş, hemde yazılı olarak şöyle anlatılmıştır.

Yazının Türkçesi:Preveza’da Türk yönetimi zamanında çok sert ve şiddet uygulayan bir Türk askeri komutan vardı.

Yazının Türkçesi: Bir gece yolun sakinleri taş yol yüzeyinin en meyilli noktasına sabun sürdüler.

Yazının Türkçesi: Ertesi gün komutan burdan geçerken atın ayağı kaydı ve kendisi yere düşerken ‘’Şeytan Pazar’’ diye haykırdı.

Yol adını bundan aldı.
Onlarca yıl sonra memlekete yeniden gidip, gelmeye başladık daha kimbilir ne sürprizlerle karşılaşacağız?

İskender Özsoy 2012 Gezi İzlenimleri (Yanya, Kılkış, Vodina)

İstanbul’dan yol bağladık

Yanya, Kılkış ve Vodina’ya

Lozan Mübadilleri Vakfı/Derneği yöneticileriyle  20-25 Nisan 2012 ve 9-13 Mayıs 2012 tarihlerinde Selanik, Yanya, Preveze, Parga, Arta (Narda),  Kalamba, Trikala (Tırhala), Larissa (Yenişehir), Serez, Kavala, Drama, Kılkış ve Vodina  yolculuğundan bir kez daha anı ve bilgi biriktirerek; röportajlar yaparak döndüm.
Yanya’ya 2010 yılında da gitmiştim ama Preveze, Parga, Arta, Kalamba, Trikala ve Larissa’yı ilk kez bu yolculukta gördüm.
2010 yılında olduğu gibi Yanya’ya 1914 doğumlu Lütfü Karadağ’la gittik.
98 yaşındaki birinci kuşak Yanya mübadili Karadağ iki yıl önceki yolculukta Selanik’te Atatürk’ün evindeki anı defterini imzalayamamıştı.
Bu yolculukta amacına ulaşan emekli TCDD müfettişi Karadağ 21 Nisan 2012 Cumartesi günü, daha önceden hazırlayıp yanında getirdiği metni deftere özenle yapıştırdıktan sonra imzaladı.
Karadağ’ın imzaladığı metin şöyle:
“Aziz Atam,
Senin doğduğun topraklara bugün bir kez daha geldim, bir kez daha evini gezdim.
Doğduğun bu evde aldığım her nefeste seni yaşadım, seni andım.
Sana, bize armağan ettiğin ülkenden yüreğimi getirdim.
Şükranımı daha başka nasıl ifade edebilirim ki…”

VER ELİNİ YANYA

O gece Selanik’te konakladıktan sonra ertesi gün Yanya’ya gittik ve Lütfü Bey’in doğduğu topraklara kavuşunca yaşadığı heyecana tanık olduk.
Yanya’da önce kentin bağımsız Belediye Başkanı Filippos Filios vakıf ve dernek yöneticileriyle Lütfü Karadağ’ı belediye binasında kabul etti.
Başkan kabuldeki konuşmasında “Sizi atalarınızın kentinde misafir etmekten dolayı çok mutluyum.” derken Karadağ da “Benim iki vatanım var. Burası doğduğum yer. Türkiye ise evimdir.” dedi.
Lozan Mübadilli Vakfı Genel Sekreteri Sefer Güvenç de “90 yıllık özlemimizi gidermek için buradayız. Aile büyüklerimizi temsilen Lütfü Kradağ’ı buraya getirdik.” diye konuştu.
Kabulden sonra Karadağ doğduğu ve on yaşına kadar oturduğu eve gitti.
Bugün Yunanistan Kültür Bakanlığı Yeni Eserler Merkezi olarak kullanılan Asopiou Sokağı’da, bir zamanlar Yunan kraliyet ailesinden prenslerin oturduğu iki katlı, çok odalı bahçesi yüksek duvarlarla çevrili “ev”inde merkezin yöneticileri tarafından ağırlanan Lütfü Karadağ daha sonra doğduğu odaya geçerek çocuklarıyla bir hafta erken olsa da 99. yaşına basışını kutladı.
Bu yolculuğumuzun ara duraklarından biri de Arta’ydı.

FAİK PAŞA CAMİİ

Arta’da gördüğümüz Faik Paşa Camii’nin durumu beni çok hüzünlendirdi.

Cami 15. yüzyılda, Fatih’in vezirlerinden Faik Paşa tarafından yaptırılmış. Kare planlı, tek kubbeli caminin yanında zamanında imaret de varmış. Son cemaat yeri yıkılan caminin sağ köşesindeki tuğladan yapılmış minare Mimar Sinan’ın eseri. Son cemaat yerinin sütunları caminin etrafına gelişigüzel atılmış.
Caminin besmele ve kelime-i tevhid yazılı kitabesi duruyor.
Kapının üzerindeki kemerde iki Arapça yazı var ama okunmuyor.
Caminin kapısı kilitli. Pencerelerden görebildiğim kadarıyla kilise olarak da kullanılmış.
Bugüne dek hiçbir ibadethane karşısında -cami, kilise, sinagog ayırımı yapmadan söylüyorum- bu kadar hüzünlenmemiştim.
Faik Paşa Camii ezansız, cemaatsiz tek başına, ıssız bir yerde duruyor.
Cami hakkında son bir not sanat tarihçisi Dr. Neval Konuk’tan.
Faik Paşa Camii 1976 yılına kadar genelev olarak kullanılmış. (1)

HASAN BABA TEKKESİ

Osmanlı’nın Yunanistan’da bıraktığı sayısız ibadethaneden biri de Yenişehir Katerini arasında Babaköy’deki Hasan Baba Bektaşi Tekkesi.
Çok eski yıllarda yanında bir de cami olan “nefes”siz tekkenin imareti duruyor.
Kim bilir kaç yıl önce restorasyon için iskelelerle çevrilen bu tekke de tıpkı Faik Paşa Camii gibi gelip geçenlerin pek fark etmediği yerde onarılmayı bekliyor.
Tırhala’daki Osman Şah Camii  ve Külliyesi de bu yolculukta gördüğüm ibadethanelerdendi.
Mimar Sinan’ın eseri olan cami 2000’li yılların başında restore edilmiş, son cemaat yeri yeniden yapılmış.
Bugün sergi salonu olarak  kullanılan caminin kitabesi kazınmış. Camiye ait bazı parçalar geniş avluda rasgele sergileniyor.
Bu cami 1922’de Selimpaşa’dan kaçan Rumların geçici iskânında da kullanılmış.

KILKIŞ VE VODİNA

9-13 Mayıs 2012 yolculuğunun önemi LMV Korosu’nun Kılkış ve Vodina’da  konser verecek olmasıydı.
Kılkış’a  Gümülcine ve Drama’nın köylerini dolaştıktan sonra Serez’de kısa bir molanın ardından vardığımız Selanik’te bir gece konakladıktan sonra gittik.
Kışkış’ta bizi Kılkış Batı Karadeniz Kültür Derneği’nin başkanı Theodoros Pavlidis’le genel sekreteri Nikolaos S. Papadopulos karşıladı.
Otelimizde kısa bir dinlenmenin ardından Türk-Yunan dostluk gecesinin ilk etkinliği konseri dinlemek üzere Kılkış Belediyesi Kültür Merkezi’ne gittik.
Belleğimizde unutulmayacak izler bırakan gecenin açış konuşması bizi ağırlayan ikinci kuşak Bafra mübadili Pavlidis yaptı.
Pavlidis şunları söyledi:
“Biz Türkiye’de yıllarca kardeşçe yaşadık. Beraberliğimizi devam ettirmek istiyoruz. Türkiye’ye gittiğimiz zaman halk bizi sevgiyle kucaklıyor. Biz de sizleri kucaklıyor ve kalbimizde yaşatmak istiyoruz. Bir arada yaşamak hükümetlerin değil, halkların işidir. Hükümetler sonunda halkların isteğini kabul edecektir.”
LMV Genel  Sekreteri Sefer Güvenç de “Bu güzel buluşmada bizi bir araya getirdiği için başta dostumuz Theodoros Pavlidis olmak üzere  katkısı olan herkese teşekkür ederim. LMV’nin temel amacı iki ülke arasındaki sevgi, barış ve dostluk kültürüne katkıda bulunmaktdır.” diye konuştu.
Konuşmalardan sonra Kılkış’ın iki yerel korosuyla LMV korosu ayrı ayrı konser verdi.
Konser koroların ortak söylediği Mes tou Vosporou  ve Ehe ya Panaya adlı şarkılarla sona erdi.
Konserin ardından dernek başkanı Pavlidis Türk- Yunan dostluğu konusundaki çalışmaları nedeniyle LMV adına  birinci kuşak Yanya mübadili 98 yaşındaki Lütfü Karadağ’la bana birer teşekkür plaketi verdi.
Konsere Kılkış Bölge Yöneticisi Hristos Gudenudis,  eski Kılkış Belediye Başkanı ve bugünkü başkan yardımcısı Anastatios Amanatidis’le çok sayıda kurumun temsilcisiyle çoğu mübadil 600’den fazla dinleyici katıldı.
Geceyi Kılkış’ta geçirdikten sonra LMV Korosu’nun Yeni Pella Küçükasyalılar Derneği – Biga’nın davetlisi olarak Vodina’da vereceği konser için “Sular Kenti” diye de anılan Vodina’ya gittik.
Vodina’da bizi konser salonun kapısında dernek başkanı Maria Bouzura’yla yardımcısı Maria Kiose  karşıladı.
Konser Bouzura’nın kısa konuşmasıyla başladı.
Sahneye önce Vodina’nın yerel koroları çıktı.
Son olarak LMV Korosu şef udi Fikret Yasin yönetiminde konser verdi.
Daha sonra Kılkış’ta olduğu gibi LMV korosuyla yerel Edessa Korosu ortaklaşa Yunanca Ehe ya Panaya ve Türkçe-Yunanca Bekledim de Gelmedin’in söyledi.
Son şarkıda Veria’da yaşaşan Bursa Görükle kökenli yerel tarihçi Yorgo Kotzaeiridis sahneye çıkarak koroya dahil oldu ve  Bekledim de Gelmedin şarkısına eşlik etti.
Vodina’daki konsere dinleyici olarak Avrupa Parlamentosu 2004-2009 dönemi üyesi Ioannis Gklavakis de katıldı.
Kılkış ve Vodina’da konserlerden sonra düzenlenen dostluk gecelerinde de konserlerdeki coşku devam etti ve iki ülkenin ortak türküleri birlikte söylendi.

Bu güzel “mübadil buluşmaları”nı düzenleyen LMV/LMD yöneticelerine bir gazeteci olarat teşekkür ederim.

 

Selma Karakule 2012 Nisan Gezi Notları (Yanya)

Lozan Mubadilleri  vakfının düzenlediği Selanik -Yanya –Preveze- Parga gezisi  için serin bir Nisan akşamında Yıldız Sarayının   önünden  iki otobüs dolusu mubadil  yakını , kayıp zamanları aramak üzere yola koyuluyor. Grubun yıldızı  ,mubadillerin  özellikle de  Yanyalıların gözbebeği ,sevgili Lütfü amcamız,gezi boyunca  neşesi, hiç bitmeyen enerjisi , pırıl pırıl hafızası ve kahkahalarıyla hepimizin gönlüne taht kuruyor.

İlk durak Selanik.Kısa bir şehir turu  ve de  Atatürkün evini ziyaretten sonra kentin esas yüzünü  az da olsa keşfetmek amacıyla yola koyuluyoruz. Önce  balıkpazarı;  hiç görmediğimiz  envai türlü  balık,böcek  tezgahları süslüyor, akşamları satış bittikten sonra burasının yenilip içilen bir sokağa dönüştüğünü söylüyorlar ama görecek vakit yok. Hemen balık pazarının karşısında bir lokantada  Selanik yemekleri tadıyoruz, b izim soframızdakilere hem adları hem tatları benziyor.

Akşam  bir tavernadayız. Burada yukarıda saydıklarıma şarkılar ve de  oyunlar da ekleniyor   .Yunan dostlarla hep birlikte eğleniyoruz. Gecenin yıldızı gene Lütfü amcamız.  .Samyotisayı söylerken çoğumuzun  gözleri yaşarıyor. Annemden ,  teyzelerimden dinlediğim bu şarkı beni Selanikten alıp bir anda çocukluğuma uçuruyor.

Ertesi sabah Yanya yolundayız. Önce  muhteşem Vardar ovası  türkülerle geçiliyor , her taraf yemyeşil , hava nefis  hepimiz çok mutluyuz.  Daha sonra en az 40 tünelle yarılmış dağları aşan şahane bir otoyolla Yanyaya varıyoruz. Heyecen son  kertede. Gölü ve de adayı görmek inanılmaz etkiliyor hepimizi  , gözlerimiz  gene yaşlı…Kaybettiklerimiz sanki yanıbaşımızda , öylesine yoğun bir duygu içindeyiz.

Motorla adaya gidiyoruz. Durgun gölün içinde muhteşem bir çiçek gibi duran yemyeşil  adaya. Küçükken dinlediğim  ezbere bildiğim tüm Yanya   hikayeleri kafamın içine üşüşmüş.  Şu anda  sanki birdenbire  bir minik  sandal içinde  boşluğa Vavu diye seslenen sonra da kendi sesinin yankılanmasını Vavu zannedip    korkan annemin küçüklüğü   karşıma çıkacakmış gibi.

Gölden  kale içindeki Fethiye camii ve de Aslan Paşa camilerinin görünüşü nefes kesici. Tepedelenli Mehmet Paşa müzesi ise etkileyici olmaktan uzak ,kasvetli ve de ürkütücü.

Daha sonra Kaleiçini geziyoruz. Evler son derece bakımlı , tertemiz parke taşı döşeli yoldan kıvrıla kıvrıla yukarı çıkıyoruz. Saat 5i geçtiği için camiler kapalı , ne yazık ki içlerini görmemiz olası değil,ama belki böylesi daha iyi  , çünkü daha sonra yolumuza çıkan camilerde gördüğümüz kadarıyla boş bakımsız mekanlar –tabi mimari açıdan değil-bizde o beklediğimiz uhrevi duyguyu uyandırmıyorlar. Saray yıkıntıları ,onarılmış bir kütüphane ve de  kafe olarak hizmet veren eski saray mutfağı dıştan görebildiğimiz  yapılar, ama  özellikle bu iki muhteşem cami hepimizi alıp uçuruyor.

Sabah erkenden Belediye Başkanını makamında ziyaret ediyoruz. Karşılıklı barış dostluk ve de iyi niyet sözcükleri havada uçuşuyor. Her iki tarafın da acı çeken ,ordan oraya savrulan insanları adına biz sonraki kuşakların, yani bizlerin , yapılanları affetmeye hakkımız var mı diye kendi kendime sormadan edemiyorum  ve de Dido Sotiriunun romanının son cümleleri ister istemez aklımdan geçiyor.

Lütfü amcanın doğduğu ev bugün kültür işleri dairesi olmuş. Bir kısa ziyaret de oraya yapılıyor ve de Lütfü amca doğduğu odada 99.cu yaş gününü kutluyor. Tüm iyi dileklerimiz onun için

Nihayet  Pargaya gitmek üzere yola koyuluyoruz.  İç imizde  Pargayı daha önceden gören yok. Heyecanlıyız,en çok da elindeki fotografla ailesinin evini arayacak olan eşim Ferruh .  Parga yolu dağlar arasından kıvrıla kıvrıla gidiyor, yemyeşil  bir dere de ona paralel.   Kısa bir süre sonra Adriatik kıyılarındayız,Egede  görmeye alışkın olduğumuz zeytinler, makiler  küçük ağaçlarla  kaplı yamaçlar:erguvanlar açmış,   yeşiller coşmuş , mevsim gereği en canlı halleriyle bize enfes görüntüler sunuyorlar. Nihayet Parga çıkıyor karşımıza ve de hepimiz büyülenip kalıyoruz.  Masmavi bir deniz, iki yamaca sıralanmIş resimsi evler ve de açıkları süsleyen küçük adacıklar. Ne yazık ki bu güzel yerde ancak iki saat kalabiliyoruz. Kalbimizi de   daha sonra gelip almak şartıyla Pargada bırakıyoruz..

Bir sonraki durağımız Preveze yi de şöyle b ir dolaştıktan sonra Arta üzerinden Yanyaya dönüyoruz. Burada portakal bahçeleri arasında gizlenmiş gibi duran , yalnız ve güzel bir cami, Faik Paşa camii karşımıza çıkıyor. Eski zamanların  bu dilsiz tanığı, sadece bizler için bir şeyler    ifade etmekte. Gene göz pınarlarında  yaşlar …

Daha sonra gördüğümüz ince köprü  gerek yüksekliği ve de tepe noktasının çok ince oluşu, (bu yüzden adı narrow bridge) gerekse altından  köpüre köpüre  akan   zümrüt yeşili muhteşem   nehirle belleklerimize kazınıyor.

Yanyada son akşam.. Gene bir tavernadayız ,gencecik yunan öğrencilerle birlikte sirtaki mi desem, zeybek mi desem yoksa kasap havası mı…işte hepsi birden  neşe içinde oynanıyor.

Sabah Yanyaya veda:  tepede , göl ve de adanın en muhteşem göründüğü yerde fotograflar çekiliyor, nemli gözlerle sevdiklerimizin anılarıyla vedalaşıyoruz. Herkesin aklında   buralara kez daha gelebilmek var,  bundan eminim

Meçovadan peynir ikmali yapıldıktan sonra Meteora ya geliyoruz.1200  lü yıllarda  yapılmış muhteşem ve de gerçekten nefes kesici manastırların  bir benzeri bizim Maçkadaki  Sumela  . Yalçın kayalar üzerinde kendilerini  hem  korunmuş hem de tanrıya yakın hissetmiş olmalılar. Ama nedeni ne olursa olsun    900 sene önce insanoğlunun   elinden çıkan bu  şahane yapılar  tüylerimizi ürpertmeye yetiyor.

Daha sonra Trikala da Kanuninin eniştesi Osman Şah camii. Ne denebilir ki,cemaati yoksa neden açık olsun…

Selanikte son gece güzel bir lokantada yemek yiyoruz, ana yemek  nefis bir hünkar beğendi …Şaka gibi… .

Aklımız  gezemediğimiz göremediğimiz yerlerde sabah erken yola çıkıyoruz.  Önce Serez…Kocaman bir ovada kurulu hoş bir şehir. Nazım Hikmet ve de Şeyh Bedrettin destanını anımsıyor, bakırcılar çarşısı olduğunu sandığımız bir yerden geçerek Bedestene ulaşıyoruz. Türk olduğumuzu anlayanlar hemen yanımıza geliyor,laf atıyorlar, onları hemen ayrıntıları daha sonra onun yazdıklarından takip etmek üzere değerli arkadaşımız İskender beye teslim ediyoruz

Kent manzarasını görmek üzere çıktığımız tepede bizi bir başka sürpriz bekliyor  : aileleriKapadokya ve de Samsundan mubadele ile Sereze gelen Maria  ve Anastasia hanımlar bizlerle  şahane bir Anadolu Türkçesi ile konuşuyorlar. Dil konusunda baskı yapılmadığı için evlerinde Türkçe konuşulmuş  onlar da öğrenmişler.  Bunun öncelikle temel bir hak  ve de ayrıca zenginlik olduğunu düşünüyor ,çocukluğumdaki “vatandaş Türkçe konuş” kampanyalarını hatırlıyorum, nedense içim acıyla doluyor ,

Serezden sonra son durağımız Kavala,gene adı  da dahil  olmak üzere bizden çok izler taşıyan ,oldukça gelişmiş çok güzel bir sahil kenti.B urada da diğer Mehmet Ali Paşayı anıyor onun  adını taşıyan yapıları ve de Halil Paşa camiini gene dışarıdan görüyoruz.En  sonunda  kurabiyecideki   stokları da tükettikten sonra  hızla geldiğimiz  Dedeağaçta  bize gezi boyunca rehberlik ve de arkadaşlık eden Tanaş Beyle bir gezi hatırası çektiriyoruz  ve onu burada bırakarak sınıra yollanıyoruz.Bundan sonrasında kayda değer bir şey yok.Gezimiz başladığı yerde bitiyor..

Tekrarını temenni ederken emeği geçen   ve de varlığıyla grubu oluşturan herkese sonsuz teşekkürler

 

Selma Karakule

Emekli Almanca Öğretmeni

29 Nisan 2012

 

Batı Trakya, Sarışaban, Kavala, Drama, Serez, Langaza, Kılkış, Katerini, Karaferye, Kozani, Grebene, Nasliç, Kastorya, Florina, Edessa, Yenice-i Vardar, SELANİK ziyaretleri (9-13 Mayıs 2012)

Her yıl geleneksel olarak Mayıs ayında Selanik ve civarına yaptığımız ziyareti bu yıl dört otobüsle 160 kişi olarak gerçekleştirdik. Katılımcıların yoğunluğuna göre dört ayrı tur güzergahı belirlendi. Otobüslerden bir tanesi  Selanik, Grebene, Nasliç, Kastorya ve Florina yörelerindeki mübadil yerleşimlerini ziyaret edecek dostlara tahsis edildi. Bir diğeri, Sarışaban, Kavala, Drama, Langaza, Kozana, Kayalar ve Selanik yöresindeki mübadil yerleşimlerini ziyaret edeceklere tahsis edildi. Üçüncü otobüsümüzdeki dostlarla da Drama, Serez, Katerini, Kılkış ve Edessa/Karacaova yöresindeki mübadil yerleşimleri ziyaret edildi. Bu ziyaretlerimizde Kuzey Yunanistan’daki mübadil yerleşimlerinin neredeyse tümünü ziyaret etmek imkanı bulduk.

 

Esat Halil Ergelen 2012 Mayıs Gezi Notları (Ömer Neşet Paşa)

Mübadil buluşmalarında sıklıkla cemaatlerinden koparılmış ve işlevsizleşmiş camiler, ocakları sönmüş imaretler, dervişleri göçmüş, çatıları çökmüş öksüz tekkeler, köprüler ve kemerler görürüz. Mezarlıklar ise çok ender karşımıza çıkar, çoğu park olmuştur, farkında olmadan servilerinin gölgelerinde kahvemizi yudumlarken ziyaret ettiğimiz aslında dedelerimizdir.

Ancak bazı bazı dönemin vandallığından kurtulabilen mezarlara da bizlere sürprizler yapar, hiç ummadığınız yerde karşınıza çıkar. İşte bu sürprizlerden birini de 9-13 Mayıs tarihleri arasında “merhaba doğduğum toprak” diyen Nasliç ve Grebenalılar yaşadı. Hiç ummadıkları bir anda Ömer Neşet Paşa’nın mezarını karşılarında buldular.

Ömer Neşet Paşa’yı hem sizlere tanıtmak  hem de bir kez daha saygı ile anmak için kısa biyografisini yayınlıyoruz.

1897’de ki Osmanlı-Yunan harbinde yararlılığı görülmüş Müşirlerdendir. 1840 yılında İstanbul Beşiktaş’ta doğmuştur. 1863 yılında Harbiye’den Kurmay Yüzbaşı olarak mezun olmuştur. İstikham ve piyade dairesi reisliklerinde, Bursa Redif Komutanlığında bulundu, vazifeli olarak İskenderiye’ye gönderildi.

Yunan muharebesindeki yararlıklarından dolayı İkinci Abdülhamit ona kıymetli bir kılıç vermişti. Muharebeden sonra Yunan Hududu ve Komutanı oldu. 1902 yılında Nasliç’te öldü.*

Ve bugün şanına yakışır mezarında biz mübadil torunlarını karşılıyor ve ziyaretimizi bekliyor.

Muharrem Demirer 2012 Mayıs Gezi Notları

Birkaç yıldan beri gitmek istediğimiz Lozan Mübadilleri Vakfı’nın her yıl düzenlediği Yunanistan gezisine, eşimle beraber bu yıl katılmaya karar verdik. İş yerimizden izin almak, pasaport hazırlıkları derken gün gelip çattı ve 9 Mayıs 2012 günü İzmir’den yola çıktık. Aynı günün gecesinde İstanbul – Beşiktaş’tan Sefer Bey liderliğinde otobüsümüz Yunanistan’a hareket etti. Sabah saat 5 civarında güneş doğarken Yunanistan topraklarındaydık.

Gümülcine-Drama-Serez-Selanik-Katerini-Kılkış-Vodina-Edesse turumuz böylece başlamış oldu.

Uğradığımız köy ve kasabalarda ilk dikkatimizi çeken şey, çevrenin düzeni, temizliği ve çiçekler içerisinde oluşuydu. Köy kahvelerinde görüştüğümüz insanların çoğu Türkiye’den giden mübadillerin çocukları ya da torunları idi. Bizi gördüklerinde yüzlerindeki heyecan görülmeye değerdi. Çoğu meramını anlatacak kadar Türkçe biliyorlardı, ancak bazıları hatırlayabildikleri 3-5 kelime bile olsa Türkçe birşeyler söyleme gayreti içinde idiler. Kendileri Türkçe konuşamasa bile, daha iyi Türkçe bilen bir arkadaşını bulup yanımıza getirip sohbeti derinleştirmek istiyorlardı. Kimisi Samsun’dan, kimi Amasya’dan, Bafra’dan, kimi İzmir’den, Şirince’den, Ödemiş’ten… kopup geldiklerini anlatıyorlardı.

Köylerin birinde yaşlı  bir Rum,  ‘İzmir’in kavakları’ türküsünü söylerken gözlerinden yaşlar süzülüyordu.

-“ Annem hep bu türküyü söylerdi” dedi.

Köy kahvelerinin kiminde uzo ikram edildi, kiminde Türk kahvesi..

Drama ve sonrasında Serez’e uğradık. Serez’de yağmur çiselerken Simavna Kadısı oğlu Şeyh Bedrettin’i ve yoldaşlarını andık çınar altında.  Gazeteci – yazar İskender ÖZSOY Nazım Hikmet’in Simavna Kadısı oğlu Şeyh Bedrettin Destanı şiirini ziyaretimizin anısına okudu orada.

Akşamüzeri  Atatürk’ün çocukken dayısının çiftliğinde kargaları kovaladığı Langaza şehrinin yanından geçerek Selanik’e vardık. İlk durağımız Beyaz Kule. İzmir’e çok benzettiğimiz Selanik’te  ertesi gün Atamızın evini ziyaret ettik.

Daha sonra bizim için bu gezinin en önemli kısmı başladı. İstikamet Katerini –  Tohova Köyü idi yani annemin doğduğu ve 7 yaşında iken ayrıldığı köy…

Selanik Katerini arası 70 km.  Katerini’ye varmadan önce Vardar Ovası sağımızda uzanıyordu. Katerini’ye öğle vakti ulaştık. Seyahatimiz boyunca  Selanik Şehri hariç dikkatimizi çeken husus, köylerde, kasabalarda ortalıkta pek fazla insanın olmayışıydı. Ancak Katerini bu gözlemimizin değişmesine neden oldu. Son derece hareketli, canlı ve insanlarla dolu cadde ve sokaklarında gezindik. Yunanlıların siesta saatinde kafeler, restoranlar dopdoluydu. Katerini güzel bir yer.

Katerinili bir taksici  Tahova köy yoluna kadar bize rehberlik etti. Katerin – Tohova arası 10-12 km. Yol kenarlarında tütün fideleri gördük. Her taraf yemyeşildi. Uzaktan köy göründü. Heyecan son haddinde idi. Köye vardık.

Bugün 11 Mayıs 2012 günlerden Cuma. Annem ve ailesi  tam 88 yıl önce 12 Mayıs 1924 Pazartesi günü gemi ile  Urla’ya gelmişler.  Ne denilebilir ki kader…

Köy kahvesindeki köylüler ile konuşmaya başladık. Köyün sokaklarında annemden izler aradık. Sultana, Dimitri, Nikolata  bizi evlerine davet ettiler, ikramlarda bulundular. Çok misafirperver, çok sıcak, samimi ve içtendi davranışları. Onların anneleri babaları da Türkiye’den İzmir – Selçuk – Şirince Köyü’nden gelmişlerdi.

Bir saat kadar kaldığımız köyümüzden  güzel duygularla ve tekrar gelme dileklerimizle ayrıldık.

Akşam Kılkış’ta konser vardı.  Nasıl da benziyor türkülerimiz, havalarımız. Yunanlıların birkaç türküsünün içinde geçen Türkçe “of aman aman”, “yandım Allah” nakaratlarını duymak çok hoşumuza gitti. Kılkış’taki Rum mübadillerin coşkularına, heyecanlarına şahit olduk.

Yunanistan’ın Makedonya’ya yakın olan kentlerinden birisi olan Vodina –Edesse’de de Kılkış’taki gibi harika bir konser gecesi yaşadık. Mübadil buluşmalarında  müzik , ortak paydalardan birisi aslında. Gece yemeğindeki sirtaki, rembetika oyunları muhteşemdi, çok özendik. Ahenge, ritme, müziğe, katılıma diyecek yoktu.

Son durak Kavala,  kıyı kenti. Güzel bir şehir. Hava yine yağışlı idi. Pargalı İbrahim Paşa’nın camisi kiliseye dönüştürülmüş. Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptırdığı su kemerleri kendisi gibi muhteşemdi.

O günümüzün (13 Mayıs 2012) akşam saatlerinde İpsala’dan yurda giriş yaptık.

Diğer turistik gezilerden farklı olarak, Yunan halkı  ile birebir ilişkinin kurulduğu, köylerin ziyaret edildiği bu geziye katılmış olmak bizi çok mutlu etti. Bu bir kültür gezisi. Gezip görmek kadar bilgilenmekte önemli idi. Mübadil buluşmalarını karşılıklı ziyaretlerin, birlikte müzik etkinliklerinin daha da ötesinde yeni ufuklara taşımalıyız ki yaşanan acılar tekrarlanmasın.

Sefer Güvenç Bey’in tecrübesi, bilgi birikimi, coşkusu  gezimizi son derece keyifli, sorunsuz ve rahat bir ortamda yapmamızı sağladı, kendisine teşekkür ederiz. Ayrıca gezi arkadaşlarımıza da gösterdikleri yakınlıktan dolayı teşekkür ederiz.

Umarız önümüzdeki yıllarda böyle bir geziye yeniden katılabiliriz.

Ali Cerrahoğlu 2012 Mayıs Gezi İzlenimleri

09 Mayıs 2012 Çarşamba günü saat 23:30 ‘ da gezimiz İstanbul Kadıköyden başladı. Hüzün, sevinç, heyecan, kaybolan yılların peşinde geçen onca yılların acısı, bu yolculuğun sonu nasıl bitecek diye sevinç mi hüzünmü, aradıklarımı  bulabilecekmiyim  düşünceleriyle yola çıktım.

Ben ikinci kuşak mubadiliyim. Babam ve ailesi 1924 yılında vapur ile Tekirdağ’ a gelmişler.Bu andan itibaren hasretlik, özlem başlamış ve doğduğu toprakları, komşularını, sevdiği kızı bırakıp gelmek onu çok üzmüş..Bir sandığı vardı ve sandıkta bulunan mektupları okur ve resimlere bakar, iç  çekerdi.  Bizlere doğduğu yaşadığı yerleri ve evini anlatırdı.Topraklarının çok verimli  olduğunu ve özellikle komşularıyla iyi geçindiklerini anlatırdı. Ben anlattıllarından çok etkileniyordum.

 

Doğduğu yerleri ve komşularını görmek ve hasret gidermek istiyordu. İki ülke arası sorunlar ve başka nedenlerle bu gerçekleşemedi. Çok arzu ettiği ve aile pasaportu çıkarttığı halde, birincisin de Kıbrıs olaylarının oluşması ve ikincisinde de annemin seyahatten son anda cayması nedeniyle gidemedik.Sonrası hastalıklar, yaşlılık vb. nedenlerle de olmadı ve doğduğu yerlere hasret öldü.

 

Babam’ ın vefatından sonra, -imkanım olursa gidip oraları görmek ve ziyaret etmek- için kendi kendime söz verdim. Kısmet bugüne imiş ve eşim ile birlikte kafilemizle yola çıktık.Kafilemizdeki arkadaşların da ayni duygu ve heyecanı taşıdıklarını hissettik.

 

İpsala’ dan Yunanistan’ a giriş yaptık.Gümülcüne’ ye giderken,Mehmet Önaşçı ağabeyimizin babaannesi’ nin doğduğu yeri ( Basri köyü)ziyaret ettik ve cana yakın insanlarıyle tanışmış olduk.Kahvaltımızı Gümülcüne’ de Çukur Kahve de yaptık ve bilahare Dramaya hareket ettik. Yolda Edirnecik’ e uğradık. Drama’ da çok güzel ve yemyeşil bir yer olan Karpuz kaldıran kaynağı’ da (Alavarma Parkı) öğle yemeği yedik. Drama’ dan Serez’ e hareket ettik ve yolda Drama köprüsü ve Pürseçen köyünü ziyaret ettik. Serez büyük ve gelişmiş bir kent ve geniş ovası var.  Serez’ den Langaza üzerinden Selanik’ e geldik.

 

Selanik içinde otobüs turu yaptık ve limanda, Osmanlılar zamanında yapılmış olan BEYAZ KULE’ yi gördük. Akşam  HOTEL PHALIPION’ da kaldık. Ertesi sabah, yine Selanik içinde kısa bir otobüs turu yaptık ve Eski Türk  mahalleleri, doğu ve batı şehir surları,Aristotetis Üniversite kampüsü ve diğer yerleri otobüsten gördük. Kale’ ye çıkıp Selanik’I panoromatik olarak seyrettik. Bilahare Atatürk’ ümüzün doğduğu ev ve evin bölümleri ziyaret edildi.Müze haline getirilen evi gezerken oldukça duygulandım  Atamızın  büyüklüğünü ve vatanımızı kurtarıp tekrar hiç yoktan yaratmasının minnetini içimde hissettim.O Türk milleti için büyük bir nimetti, onu her zaman anıyor ve ruhuna dua ediyorum.

 

Selanik gezimizin müsait zamanında, sayın Sefer Güvenç’ in yönlendirmesi ve sayın Suna Aslanoğlu’ nun  yardımlarıyle babamın tanıdıkalrını aramaya başladık. Önce, bir taksi soförünün yardımıyle adres ve evin yeri bulundu. Ev yıkılmış ve yeni blok yapılmış. Blok karşısındaki elbise temizleyicisi dükkanından yardım ve bilgi aldık Aradığımız aileyi tanıyabilecek yaşlı ve mahalleden birini buldular.Bulunan bayan,aradığımız aileyi tanıdı. Mahalleyi yıllar once ailevi nedenlerle terketmişler ve bilinmiyordu. Bizi nüfus idaresine yönlendirdiler.Elimizdeki resim ve mektuplarla, ailenin en küçük kızını bu defa nüfus idaresine ve bilahare  BatıMakedonya Belediyesi’ne giderek soruşturduk. Soruşturmalar sonunda ailenin küçük kızının 3 yıl once öldüğünü öğrendik ve Sula hanımla beraber ağladık, üzüldük. Vefat eden hanımın eşinin adresini aldık ve aramaları bitirdik.

 

Selanik ve Vodinadaki konserler çok ama çok güzeldi. Her iki taraf mübadillerinin ve yakınlarının kaynaşmaları, heyecan duymaları, sevinmeleri hüzünlenmeleri, kaynaşmaları her iki ülke barış ve işbirliği için örnek alınacak etkinliklerdi.

Her iki ülkede bu etkinlik ve çalışmaları başlatan, yaşatan,geliştirenlerin ellerine sağlık.Siyasilerin yapamadığını bu sivil toplum örgütleri başarabiliyorlar.

 

Gezimiz proğrama uyularak ve güzel bir şekilde devam etti.12 Mayıs 2012 Cumartesi günü Vardar Nehri üzerinden ve Vardar ovasından geçerek, Yenice-I  Vardar ilçesine geldik.İlçedeki Evranos Bey Türbesi, saat kulesi ve merkezi kiliseyi gezdik.Vardar ve Karacaova da topraklar verimli ve meyvecilik gelişmiş, dışarıya ihraç yapılıyormuş.Meyve işleme,stoklama ve ambalajlama tesisleri mevcut. Köyleri gelişmiş, modern tarım yapıyorlar, yolları oldukça iyi, güneş enerjisinden faydalanacak pahalı yatırımları yapmışlar.

 

Babamın doğum yeri olan Buca Mahallesine yaklaştıkça heyecanım arttı.Burada, kafilemizi eski milletvekili ve AP üyesi beyefendi ağırladı, yakınlık gösterdi.Babamın hikayesini dinledi ve bize Buca Mahallesini tanıtan bir CD verdi.Eşimle birlikte babamın doğduğu yeri yaya olarak gezdik.Babamın bizlere anlattığı tarzda eski iki katlı ve müstakil evlerden hemen hemen hiç göremedik. Evler blok olarak yenilenmiş ve caddeleri genişti.Merkezi yerdeki parkta oturduk.İki bay ile lisanlarımız farklı olsa da anlaşmaya çalıştık fakat tam anlaşamadık. Çok sıcak davrandılar .Buca Mahallesinden biraz toprak alarak ekibin yanına döndük.

 

Buca Mahallesi sonrası Oslov köyüne geldik ve burada bir düğün töreni izleyip, dinlendikten sonra VODİNA’ ya hareket ettik. Akşam Vodina’ da konser dinleyip gece yemekli eğlenceye katıldık ve geç saatlere kadar eğlendik.Geceyi Hotel Alpha’da geçirdik. Sabah Vodina’ da Şelaleleri gezdik. Park ve şelale alanı temiz, yeşil ve oldukça güzeldi.Bilahare yola koyulup, otobandan Kavala’ ya geldik.Kavala’ da uzaktan kanuni Sultan Süleyman zamanında yapılmış su kemerlerini, Mehmet Ali Paşa İmarethanesi –sonraları kilise yapılmış – görüldü ve öğle yemeğimizi deniz kenarındaki bir lokantada yedik.Meşhur Kavala kurabiyesi alarak Kavala’ dan ayrıldık.Dönüşte deniz kenarındaki Dedeağaç ilçesinin içinden geçerek Türkiye topraklarına girdik.

 

Bu gezi çok güzel oldu. Gitmeyenler bir an once gitsin ve ata topraklarını ziyaret etsinler.Yolları iyi, çevreleri temiz ve güzel, trafiği düzenli Avrupa Birliği üyesi olmanın izleri belli oluyor. Nüfusu fazla olmadığı için şu andaki krizi kısa bir zamanda atlatabilirler.Gezimizde bizlere her türlü yardımı yapan ve oldukça toleranslı davranan sayın Sefer Güvenç bey, Sayın Sula Aslanoğlu hanım ile Sayın Şoförlerimize teşekkürler.Ekipteki arkadaşlarımız da uyumlu idi. Çok mutlu olduk.

Süleyman Kara 2012 Mayıs Gezi İzlenimleri

“Bunlar bizim adamlar dedim, neden ses etmediniz ki?”

Vodinada gerçekleşen mübadil buluşmaları konserindeyiz, konser salonu tıklım tıklım dolu, öğrendiğime göre 300 koltuklu salonmuş ve bir o kadar insanda ayakta. Katılımcıların yaş ortalaması 70 desem abartmış olmam. Üç Otobüsle Türkiyeden gelen  Lozan Mübadilleri gurubuda bu salonda. Ancak bu topluluğun en yaşlısı ve yıldızı Lozan Mübadilleri Korosunun elemanlarından Yanya mübadili Lütfü Amca, 100’ün cü yaşını kutlamasına birkaç ayı kaldı ve çok dinç görünüyor, Allah ona uzun ömürler versin. Koro öncesi yapılan konuşmalar hep dostluk ve sevgi üzerine seyirciler bu konuşmaları hararetle alkışlıyor. Her iki ulusun korosuda Türkçe, Rumca şarkılarıyla seyircilerden büyük alkış alıyor, bravo, çok yaşa naraları, amaneler, of amanlar havalarda uçuşuyor.

Boş olan bir kaç koltuk var insanlar onlara hücum ediyor, yan koltukta oturanlar, kendilerine emanet edilmiş bu koltukları, sahibi var mealinden cevaplar ile savunarak bu talepleri nazikçe püskürtüyorlar. Eşim ve ben, sıra başında bulunan iki  boş koltuğa yöneliyoruz, üçüncü koltukta oturan beyefendiye el ile oturabilirmiyiz işareti yapıyorum, bir süre yüzüme bakıyor, bir şeyler söylüyor gürültüden  anlayamıyorum, eli ile oturabileceğimizi işaret ediyor, “ya sas”(merhaba) deyip  oturuyoruz. Uzun bir süre konuşmadan etrafı inceliyoruz, bir süre sonra eşimle türkçe bir iki kelime konuşuyorum, yanımda oturan beyefendi hemen lafa girip, “bunlar bizim adamlar dedim, neden ses etmediniz ki?” sitemiyle konuşmaya başlıyor. Demekki gürültüden anlayamadığım sözcükler Türkçeymiş. İsmi Saba, Burdurlu Rum mübadil bir ailenin çocuğuymuş.  Bir süre sonra iki kişi geliyor, sanırım bizim oturduğumuz koltukların sahibi bunlar, yan koltuktaki bey Rumca bu arkadaşlarına bir şeyler söylüyor ve onlarda bize selam verip gidiyorlar.   Saba emekli berber,Vodinada yaşıyor,  orta boylu, tıknaz, boynundaki altın zinciri gözüme çarpıyor . İstanbul ve İzmir’i 25 sene önce turla gezmiş , çok güzeldi oralar diyor. 70’li Yaşlarda, uzun zamandır Burdur’a gitmeyi hayal ediyor. Bana, Burdur nasıl diye soruyor, göl kenarında güzel bir kent olduğunu söylerken, Vodinada çok güzel diye ekliyorum. Hiç görmediği Ata Yurdu Burdurun çöpünün dahi  boynundaki altın zincirden daha değerli olduğunu anlatmaya çalışırken “Burdur” diyor, “çöpü” diyor gözleri doluyor daha fazla konuşamadan eliyle  altın zincirini gösteriyor, içim acıyor ve benimde gözlerim doluyor.

İşte biz mübadil çocuklarını heyecanlandırıp, hayatlarının hiçbir döneminde yaşamadıkları Ata Yurtlarına getiren sebeb, Sabanın dediği gibi “memleketin çöpüne” bile  olan bu hasretlikdir.

Bu hasretle dolu insanlardan oluşan otobüsümüz ile gece yarısı İstanbuldan hareket edip, sabahın alaca karanlığında Rodop dağlarının eteğinden kıvrılan yoldan geçerek, Kavala yakınlarından Yunanistanın iç bölgelerine girip köy ziyaretlerine başlıyoruz.

Ziyaret ettiğimiz köylerin tamamının  konumu  güzel planlanmış . Yollar tertemiz, asfalt delik deşik değil. Evler ise bir harika, neredeyse tümü Türkiyede sayfiye yerlerinde görebildiğimiz estetikte tarzı olan, şahsiyetli, abartısız,  boyası, badanası tam, küçükde olsa bahçeli  ve burada kendi ihtiyaçları için salatalık yeşillikler yetiştirdikleri yerler. Her evin olmazsa olmazı, balkonlara sıra sıra  dizilmiş  saksılarda bulunan çiçekler. Özellikle sardunyalar dal dal, çiçek çiçek bir birine karışmış , sanki birbirlerinin omuzlarına kollarını koyup halay çekiyorlar. Gezdiğimiz bütün köylerde istisnasız aynı görüntü ile karşılaştım. Rahmetli annemin çiçeğe olan düşkünlüğünün nereden geldiğinden artık eminim. Çiçek sevgisi bir mübadil kültürü, sardunyalar ise bu kültürün halay başı.

Ziyaret ettiğimiz köylerde genellikle orta yaş üzeri insanlar ile karşılaştık. Cana yakın insanlar, fotoğraf çekerken bizleri davet edip “Türk”kahvesi ve kurabiye ikram ettiler. Özellikle Sulppova (Ardassa) köyünde İraklis ve eşi Sofia bizlere çok yakın davrandı ve ikramlarda bulundu. Ailesi bu köyden mübadil olan Hakkı Bey çok duygulandı, eşi Güniz Hanım büyüklerinin mezarı için buradan toprak aldı. Onları fotoğraflarken yaşanan duygusal anı anlatmak çok zor. Yine Durutlar(Proastio) köyünde bir kaç ev bir dolu insanı misafir edip ikramlarda bulunarak yakınlık gösterdiler.

Köseler (Antigonos) köyü meydanında bulunan cafede oturan Amasyadan mübadil olmuş Rumlar, kırık Türkçeleri ile bizlere ikramda bulunmak için yarıştılar. Hatta bir ara Yordan isimli bir arkadaş uzo içme yarışması bile düzenleyip bizleri memnun etmeye çalıştı. Köselerin şimdiki yerleşim yeri eski yerin sanırım yanına kurulmuş. Burada ağırlıklı buğday ve sebze türü bitkilerden ekim yapılmış tarlalar mevcut.

Vardar ovası ve Karaca ova özellikle meyveciliğin bilim ve teknoloji ile yapıldığı önemli tarımsal bölgeler. Buralar göz alabildiğince uzanan şeftali, kiraz, erik, elma vb. meyve bahçeleri ile dolu. Vardar nehrinin hemen kenarında pirinç tarlaları mevcut. Vardar ovasından geçerken Atatürkümüzünde en sevdiği şarkılardan olan “Vardar Ovası” şarkısını söylerken katılımımız ve duygularımız üst seviyelerdeydi. Aynı duyguları Selanikte Atamızın evini ziyaret ederkende yaşadık.

Tüm aile büyüklerimin geldiği ilçe olan Kayalar ziyareti (Ptolemaide) ya da   bura insanlarının dediği gibi Kaylar, maalesef benim için tam bir hayal kırıklığı oldu. Atalarımızın izini sürmek için ilçe merkezinde restore edilip kütüphaneye çevrilen eski hükümet konağından başka bir şey bulmak mümkün olmadı, diğer bir hususta Yunanistan elektrik üretiminin %70’nin yapıldığı termik santrallerin burada kurulmuş olmasıydı. Topraklarında bol miktarda linyit kömürü bulunması nedenle yeni bir kömür yatağı bulduklarında orada bulunan köyü tahliye edip başka yere taşıyorlarmış. Bu da son kalan köykerdeki izlerimizinde yok olması demek, çok can sıkıcı bir durum. Termik santraller köyün havasınıda toprağınıda oldukça kötü  etkilemiş, Yunanistanda kansere yakalanma oranının en yüksek olduğu bölge burasıymış. Ancak şehirin nüfusu termik santralde çalışmaya gelenler ile bir hayli artmış. Bu haliyle Kayalar bana Muğlanın Yatağan ilçesini hatırlatıyor.  Yağmur yağdığında buraya yağmurla birlikte asitte yağıyormuş. Bize büyüklerimizin anlattığı “kol kaa koçanlı mısırlar” ile en güzel tütünlerin yetiştiği, kekik kokulu meralarında yayılan leziz kuzuların bulunduğu topraklar sanırım artık anılarda kalmış.

Bu ziyareti düzenleyerek bizleri bir araya getiren Lozan Mübadilleri Vakfı Genel Sekreteri Sefer Bey’e, bizimle birlikte bu geziye katılıp sabır gösteren Lozan Mübadilleri Derneği Başkanı Esat Bey ve tercümanımız Tanaş Bey’e çok teşekkür ediyorum.

Tüm mübadil dostlarıma sevgi ve saygılarımla,

Süleyman KARA

Kayalar-Erbaa-İstanbul

 

9-13 Mayıs Gezi İzlenimleri

9 Mayıs 2012 Çarşamba günüydü. Lozan Mübadilleri Vakfı’nın düzenlediği Yunanistan gezisi için Kadıköy’deki buluşma noktasına gidişimde farklı bir heyecan vardı. İlk kez gidecektim. Kâmile annemin doğum yeri olan Nasliç’i merak ediyordum. Selanik’i merak ediyordum. Ve Kavala’yı ve diğer mübadil kent, kasaba ve köylerini merak ediyordum.

Kadıköy Evlendirme Dairesi Otoparkı önünde kırkı aşkın bir mübadil ailesi mensubuyla buluştum. Öyle bir hava vardı ki daha ilk karşılaşma ve tokalaşmada, âdeta herkes aynı yerin çocuğu, aynı ailenin evladı gibi, en azından birer yakın hemşeri sıcaklığındaydı. Kaynaşıverdik. Daha otobüse binmeden, ayaküstü bu ilk anlarda başlayan kaynaşmadaki büyünün geçmiş acılı bir hikâyenin uzantısında, o hikâyenin kahramanlarının bıraktıkları maddi ve manevi mirasta yattığını duyumsadım. Bu olgu, üzerinde düşünmeye değer bir gizi taşımaktadır. Ki, mübadil olarak gelen analar, nineler, dedeler bilerek ya da bilmeyerek, bir nedene de bağlı kalmayarak yaşadıklarını anlatmamış olsalar da, sanki bu 2.- 3. kuşak mübadilleri (evlatlar, torunlar…) nostaljik derinliklerde yatan ve hiçbir satırı silinmemiş, silinmeyecek olan tarihi mirasın genetik duyarlılığıyla o olayların zaman ve mekân tünelinden geçmişçesine, aynı acılı olayları yaşamışçasına bir ortak odakta buluşmuşlardı.

Otobüsün hareketiyle birlikte tanışmışlığın ve tanıdıklığın muhabbetleriyle başlayan insani sıcaklığına, bir tür hemşerilik ve akrabalık gerçekliğinin de eklenmeye başladığını hissediyordum.

Dikkatimi çeken bir konu da, kırkı aşkın bu kalabalığın yarıdan çoğunun Eskişehir’de yaşamakta olan ve mübadelede aynı yerden gelenlerin torunları olduğuydu. Aralarında bir doğal işbirliği yapmışçasına, bir iki önde arkadaşın disiplinine uyarak, âdeta bir uyumlu orkestra gibi hareket etmeleri de dikkate şayandı. Ve bu kalabalık, hiçbir fire vermeden bütün yolcularla kaynaşmada da pozitif bir etki yaratmaktaydı. Bir özverili liderdi örneğin İbrahim Durgut kardeşim, bir kaynaştırıcı sıcaklıktılar gencecik Yeşim ve Erhan ve Fatih ve Metin Beyler… Bunu sezer sezmez içim, gezinin uyumla dolu bir candanlık içerisinde geçeceğine dair bir memnuniyetle donanmıştı.

Kadıköy’den ilk hareketten itibaren, dört beş günlük gezi boyunca her bir anı sürecinde ve dönüşle beraber ayrılış anına dek bu durum gölgelenmeden devam etti. Ben aradan bir zaman geçmiş olsa da Eskişehirli arkadaşlarımı, başta kılavuzumuz sevgili Attila Karaelmas’ı ve Lütfü Kuzucu’yu, bay bayan diğer tüm dostları kutluyorum kendilerine bir kez daha teşekkür ediyorum.

Çok yurt içi ve yurt dışı gezilere katıldım. Bu tür gezilerde, ayrı yerlerde yaşayan, ayrı kültürlerle ve yaşama biçimleriyle yetişmiş, mizaçları da farklı insanların birbirleriyle tam bir uyum içinde bir geziyi tamamlayabildiklerine pek tanık olamamıştım. Ancak bu gezimizdeki uyum, yaşamım boyunca unutulmazlığını koruyacaktır.

Bilinir ki insanları en çok ortak anılar, ortak acılar, ortak sevinçlerle ortak amaçlar kaynaştırır. Sevgide, sevdada, aşkta da durum biraz böyledir. Demek oluyor ki, bu gezi atmosferindeki kaynaşmanın temelinde mübadil büyüklerimizin hatıralarının gizemi yatmaktadır.

Yunanistan topraklarına ilk giriş dakikalarından itibaren, sanki her zaman yaşadığınız, tanıdığınız köy, kasaba ve kentlerden geçtiğimiz izlenimiyle rahat ve huzurluyduk.

Büyüklerimden miras, aşinası olduğum, çat pat da olsa Rumca bazı sözcük ve tümcelerin ve de ezgilerin belleğimde kalmışlığının etkisi de vardı bu havada.

Grebena istikametinde ilerliyoruz. Bir ara içimizden birinin “Aaa, bakın burası Vardar Ovası’dır.” Diye ünlemesi üzerine koro şaha kalktı: “VARDAR OVASI, VARDAR OVASI…”

Bazılarımızda gözlerin nemlendiği dikkatten kaçmıyordu. Yakın tarihimizin anısal mirasının beraberinde getirdiği ve nesillere aktardığı kültürün o anki yaşanmışlığının etkisi kolay kolay tanımlanamaz. Yaşanır sadece. Yaşadık.

Grebena’yı sevdik. Gerek orada gerekse Selanik’te kaldığımız oteller gerçekten çok iyiydi. Hepimiz memnunduk. Geceleri dışarıda karnımızı doyurduğumuz lokantalar ve oralardaki servisler mükemmeldi. Hele taverna tatları da yaşatan müzik dolu, oyun dolu gecelerdeki keyifleri tarif etmede zorlanıyorum. Bu eğlencelerin içinde eski bir Türkiye Rum ailesi kökünden gelen bir Yunanlı arkadaşın Rumca, Türkçe şarkılarla iki kültürün ortak havasını sağlamada işlevi de takdire şayandı.

Beni en çok etkileyen hususlardan birisi de, hangi köy, kasaba ve kente gitmişsek, orada bir sokaktan, bir evden, bir kahveden fırlayarak önümüze çıkıp Türkçeyle “Hoş gelmişsiniz vre hemşeriler!..” diye seslenip kucaklaşmak için kolları açan erkekler ve hatta bayanlarla sık sık karşılaşmamız oldu. Bu da bir ortak anının büyüsüydü işte. Tokalaşırken, kucaklaşırken hem gülüşülüyordu hem de ağlaşılıyordu…

*

Düşündüm:

Neden bunca çaba? Neden dernekleşmeler, vakıflaşmalar? Neden gidip gelme merak ve telaşları? Neden onca kitap yayımlama çabaları? Ve gazete yazıları, TV programları, neden? Ve örneğin ben bile neden bir mübadil öyküleri yazmaya çabaladım? Neden bu konular anımsandıkça iç geçirişler, gözyaşları neden? Bir Rumeli türküsü yansıdı mı yakından ıraktan, neden bir farklı nostaljik heyecanla hoplar yürekler?

“Bizler bugünün “biz”i olarak yeni hayatlarımızın değerleriyle sarmaş-dolaş yaşarken ne gerek var ki geçmişi deşelemeye, acıları tazelemeye?” diye sorgulayalım mı şimdi kendimizi? Acılar tazelemeye mi tüm çabalarımız? Böylesi bir oyunun kattığı farklı heyecanları yaşamanın bir zevk verici yanı mı var yoksa? Ya da bir serüven hevesi, gezi, tur fırsatlarına zemin arayışı mı, bir nakarat tuttururcasına art niyetli birilerinin sandığı ve söylediği gibi? Yeni anılara kapı açışlar mı, hayatı tekdüzelikten kurtarma amacıyla? Hayata o zamanlardan ve o insanlardan devralınacak hikâyelere yeni anlamlar yüklemek mi nostaljik arayış atlarının terkisine binerek? O günler ya da yıllarla bugünler arasında döşediğimiz raylarda, yarattığımız özlemler ve duygularla besleyip çalıştırdığımız lokomotiflerin, döşediğimiz asfaltlardaki otobüslerin, kanatlandırdığımız uçakların yolcuları olarak sırtımıza ve özellikle yüreklerimize yüklediğimiz mübadil hayatların acılı hikâyelerinde yeni kahramanlar olmaya hevesle koşuşlarımız neden? Yoksa öte dünyada bir zaman gelecek buluşacağımız atalarımızın kendilerine ve yaşarken çevremizde her an dolaşan ruhlarına, onları geç anlamışlığın ezikliğiyle, ancak geç de olsa “anlamış”lığın onuruyla alnımız açık bir huzurla ulaşacağımızı bilmenin iç rahatlığını mı yakalamaktır bu gel gitlerin amacı?

Ne olursa olsun, geçmişini anımsamamanın yaratacağı boşluk duygusu, temeli çürük ya da temelsiz bir gelecek kurmada, o geleceği geçmişin acılı tatlı harcıyla yoğurmada yarar umarak koşuşturuluyor, yazılıyor, çiziliyor, konuşuluyor, tartışılıyor… “Ne iyi etmişim.” diye düşünüyorum; iyi ki yazmış yayımlatmışım İSTAFİLLER OLDU MU adlı mübadele öyküleri kitabımı.

Hep bu düşünce ve duyguların yoğunlaştığı kafamda bir hesaplaşma duyarlılığıyla hem kendime hem de yanımdaki arkadaşlara bakıyorum: Âdeta bir süreliğine ayrıldığımız gerçek sılamıza gidermişiz gibiyiz. Otobüs tekerleklerinin her bir dönüşü yürek atışlarımızla koşutlanan artı bir duyarlılık taşıyordu… Ve o toprakları, o evleri, o insanları, yok olsalar da o mezarları ziyaret etmişliğin faklı heyecanıyla mutluluk fışkırıyordu gözlerden…

*

Grebena’ya yakındı Krifçe…Otobüsteki çoğunluğun atalarının yaşadıkları yer… Atilla Karaelmas’ın aile büyüklerince yaptırılmış çeşmeye gidiyoruz. Harıl harıl akan temiz sudan avuç avuç içiyoruz. Tam o sıra Anadolu’dan buraya göç ettirilen mübadillerin torunları sarıyor etrafımızı. Akrabaları gelmişçesine sevinçliler. Tokalaşmalar, kucaklaşmalar. Türkçe, Rumca konuşmalar…

Krifçe’de yaşadığımız en önemli anılardan birisi, o çeşme başında bizlere yalvar yakar seslenerek evine davet eden Bayan Eleni ile idi. Yakındaki evine yürüdük. Girişte çiçeklerle donanmış bir cennet bahçe… Mis gibi kokan bu ortamın hemen ardında tek katlı bakımlı, mükemmel villa ev. Bahçeye bakan önde  çok geniş balkondaki, büyük masa çabucak yiyecekler ve içeceklerle donandı. Konacak yer kalmamasına karşın ha bire taşıyorlardı. Bizleri mutlu kılmanın kendilerini de derecesiz mutlu edeceği hissini gözlerinden, sıcak seslerinden anlamakta zorlanmıyoruz. Zor ayıldık Eleni Hanım’ın evinden. Vedalaştık birer yakın hısım gibi, gözler nemli… Birkaç adım sonra geri yavaşça dönüp baktım, Bayan Eleni en yakın kişilerini ağırlayıp uğurlamanın onuru dışında o anki ayrılışın yarattığı boşlukta kalmış gibiliğin sızısını da yaşıyordu.

Krifçe’den Lütfü Kuzucu arkadaşımızın önerisiyle ve gezi programımızın gereği, yakındaki MULTİ köyüne geçtik. Burada dünyanın en ilginç müzelerinden birisi vardı. Yüksekçe bir merdivenle çıkılan tek katlı bu ilginç müzede sadece bir nesne sergileniyordu. Bir dinozor iskeleti. Ve şimdiye dek yeryüzünde bulunan en büyük dinozor iskeletiydi bu. Görkemli bir büyüklüğü vardı. Yakındaki suyu çekilmiş derenin kumları kazılırken altta bulunmuş. Büyüklüğünü tarif etmek mümkün değil.

 

 

12 Mayıstı Nasliç’e varışımız. Şimdilerde Neapoli denmekte. Kâmile annemin doğum yeriydi burası ve dayıların, teyzelerin, Nana’mızın(anneannenin)… Eski, evleri aradım, birkaç yıkıntı dışında eski ev yok gibiydi. Hep modern yapılar Ayrılan Müslümanlara ait büyük cami, bir kültür evine dönüştürülmüş. Minaresi yıkılmış. Fotoğraflar, fotoğraflar… Kahvelerde Nasliçlilerle sohbetimizin sıcaklığı… Lütfü Kuzucu arkadaşımla ikimiz eski mekânlar arayışı için sokak sokak gezinirken yaşlı nineler, ablalar görüyoruz. Yaklaşıyorlar, hoş geldiniz diyorlar. Türkiye’den göç edenleri evlatlarıydılar. Sonra 20-25 yaşlarında bir delikanlı yaklaştı… Bize Nasliç çıkışında bir Türk Paşa’sının mezarı olduğunu söyledi. Otobüstekilere bunu belirttik. Attila Bey, oraya kadar bizimle gelen delikanlının işaretiyle otobüsü durdurdu. Merakla indik. Bir parkı andıran bol ağaçlı bir yeşillik altında, bir güzel tepe düzlüğünde muhteşem bir lahit-mezarla karşılaştık. Çok güzeldi. Desenleriyle, yazılarıyla… Belediye Başkanı bu lahit mezarın çevre düzenlemesiyle beraber, gelecek turistlerin ziyaretlerine açık mükemmel bir insanlık örneği vermekteydi. Fakat orada bulunan hiçbirimiz bu mezarın hangi Türk paşasına ait olduğunu bilmiyorduk. Dönüş sonrası, oradayken çektiğim ve çektirdiğim fotoğrafları facebook’ta paylaştım ve sevinçliyim ki, Lozan Mübadilleri Vakfı ve Dernek yöneticilerimiz bu paşanın izini sürerek kimliğine dair gerçeği belirlediler. ÖMER NEŞET PAŞA imiş.

Mezar ziyareti ardından otobüse binmek üzere yekindiğimizde tatlı Türkçesiyle “Hoş gelmişsiniz vre!” deyip seslenen iki kişinin şok edici yakınlıklarıyla duruverdik. Tokalaşmalar, kucaklaşmalar… Ve bu iki Rum’un, Türkçeyle seslendirdikleri bilinen hasret türküleri… İstanbul ve Karadeniz hasreti… (Karadenizli olan galiba adı Hristo idi, kemençe yapıp satmakta imiş. (Bizim ekip başı olan Attila Bey’e bir kemence tablosu armağan etti…)

Bu çok duygulandırıcı anının ardından… Böylesi ilginçlikler yaşamışlığın güzelliklerinden nasipleniş duyarlılığımızla neşeliydik. Türküler doldurdu otobüsün içini. Ve Florina yönüne hareket eden arabada gene aynı sıcaklık gözlerde, seslerde, sohbet tatlarında varlığını sürdürmekteydi.

Florina’yı çoğumuz büyük şair ve yazarımız Necati Cumalı’nın doğum yeri olarak biliriz. Büyükçe bir yerleşim yeri olan Florina’da eski Türklerin yaşadığı mahalle alttaki kanal boyu imiş. Oraya gittik. Ve kanalın iki yanında boydan boya, sayısız çoklukta eski Türk evi sıralanıyordu. Her biri mükemmel villa. Estetik yapısal özellikleriyle de dikkati çeken bu evler arasında Necati Cumalı’nın evini de sordum. Oturduğumuz kafede garsonluk yapan Gümülcineli bir üniversite öğrencisinin tarif ettiği yere baktım. O bina yoktu, yerine okul yapılmıştı. Keşke ev ayakta kalabilse ve müzeye çevrilebilseydi. “VİRAN DALAR” romanının, “MAKEDONYA 1900” adlı gerçek göç hikâyelerin yazarı merhum Necati Cumalı şimdilerde Urla’da yatmaktadır. Ve oradaki evi de müzeye dönüştürülmüştür.

Florinadan hareketle Vodina üzerinden Selanik’e geçtik. Vodina (şimdiki adıyla Edesse) bir cennet yerdi. Orada mola verdik. Su ve çağlayanlar kenti Vodina’da ve sıçrayan su tozanlarıyla sadece gözlerimiz, tenlerimiz değil, ruhumuz da yıkanmıştı.

Vodina’dan Selanik’e geçtik.

Selanik deyince, doğal ki Atatürk’ün doğduğu ev öncelikli ilgi noktamızdı. Oraya gittik. Bakımlı bir yapı. Konsolosluk bitişiğinde. İçini, bahçesini gezdik, fotoğraflar çektik. Farklı yoğun duygulanımlarla ayrıldık. Ve kent turu. Beyaz Kule. Kule önünde fotoğraflar çekildi. Akşam yemeği…

Ertesi sabah kahvaltının ardından Kavala’ya hareket ettik. Bu çok şirin kentin tarihi mekânlarını, Kavalalı M.Ali Paşa’nın doğduğu evi ve diğer tarihsel kalıt olan ev ve mekânları gezdik. Kavala da çok hoşumuza gitmişti.

Oradan Türkiye’ye dönüş hareketi ve Dedeağaç’taki kısa molanın ardından İstanbul’a döndük.

Bu unutamayacağım geziyi düzenleyen Lozan Mübadilleri Vakfı ve Derneği yöneticilerine, bizlere kılavuzluk eden sevgi dost Atilla Karaelmas’a ve değerli arkadaşımız Lütfü Kuzucu’ya, şahsım ve gezi arkadaşlarım adına bir kez daha teşekkür ediyorum.

CELAL ÖZCAN

 

LMV Korosu Konserleri

Dördüncü otobüsümüz ise Kılkış Batı Karadeniz Mübadilleri Derneği tarafından Kılkış’ta ve Edessa Küçük Asya Mübadilleri Derneği tarafından Edessa’da konser vermek üzere davet edilen LMV korosu üyelerine ve müzisyenlerine tahsis edildi. LMV Korosu 11 Mayıs’ta Kılkış’ta, 12 Mayıs’ta Edessa’da yerel mübadil derneklerin koroları ile birlikte iki konser  gerçekleşti. 2012 Mayıs buluşması her iki yakanın mübadillerini bir araya getiren muhteşem  bir buluşma oldu.

Sarışaban, Pravuşta, Kavala, Drama, Langaza, Selanik, Karaferye, Kayalar, Florina ziyareti (30 Mayıs-3 Haziran 2012)

Lozan Mübadilleri Vakfı;  Türkiye’nin değişik kentlerinde kurulu, LMV ile eşgüdüm halinde çalışan mübadil derneklerimizin ata topraklarına yaptıkları/yapacakları gezilere de yardımcı oluyor ve tur organizasyonunu üstleniyor. 30 Mayıs-3 Haziran 2012 tarihleri arasında gerçekleşen ziyarette Samsun Mübadele Derneğimiz ile Alaçam Mübadele Derneğimizin üyeleri çoğunluktaydı. Gurubumuzda Samsun ve Alaçam mübadillerinin dışında İstanbul, İzmir ve Mersin’den mübadiller de vardı. Bu ziyaretimiz Ankara’dan yayın yapan Kanal B TV’si tarafından adım adım izlendi ve kayıt altına alındı. Elifşah Yasun’un hazırladığı mübadele belgeseli 13 bölüm olarak Ekim ayından itibaren ekrana gelecek.

Bu buluşmalara katılan veya  katılamayan tüm dostlarla yeni mübadil buluşmalarında birlikte olmak dileğiyle…

Sefer Güvenç