KENDİMLE GİRİT’te KARŞILAŞTIM

Üçüncü kuşak olarak hayalini kurduğum köklerime yolculuk 22 Nisan 2015 cumartesi sabahı başladı. Yanımda büyük kızım, Girit’te izlerimizi bulmak üzere Lozan Mübadilleri Vakfı ile birlikte  yola çıktık.

Daha önce birbirini tanımamış ama gözlerinin içinde aynı hüzünlü arayış olan 40 kişi kadardık. Açık renk tenler mavi gözler ilk bakışta “yalnız değilsin” dercesine sessizce çığlık atıyordu sanki. 48 yaşımda elimdeki çillere, ruhumun bitmek tükenmek bilmeyen özgür hislerine yolculuk yapıyordum…

Sakindim ilk başlarda…Adaya üçüncü ziyaretim olacaktı. Ama ilk defa elimde adres ve kalbimde yaramaz çocuk heyecanı vardı. Kulak misafiri oluyordum ister istemez yüklemi benim gibi cümlenin başına taşıyan herkese. Acaba onların da çantalarında karanfil kokusu var mıydı?

3 medeniyetin izlerini derin derin taşıyan adaydı  Girit! Ben ise ailemin izlerini arayacaktım. Hikayesiz olmak, arktik tundralara veya buz denizine kadar her yöne uzanan bir dünyanın enginliğinde kaybolmak gibiydi…

Zeus’un oğlu  Minos’un krallığını sürdüğü Knossos, Kandiya sırtlarında Avrupa’nın ilk tiyatrosu, doğal kanalizasyon sistemleri  ve açık mutfaklarıyla, gelişmiş toplumu anlatan zeytin ağaçlarıyla sarmalanmış bir saray şehir olarak ilk durağımızdı. “Thea” kelimesinin Yunanca’da manzara demek olduğunu duyduğumda, bu yolculukta yanımda olamayan ancak iliklerine kadar yüreğinde tiyatro ( thea-ter) aşkı taşıyan kızkardeşimi de yanımda getirdiğimi farkettim. Şu andan itibaren 3 kişiydik!

Limandan demir almış her Tirhandil bundan sonra üç kişinin ruhuna yazılacaktı…

1913’e kadar bağımsız olan Girit, bu tarihten sonra Yunanistan’a bağlanır. Ünlü yazar Nikos Kazancakis’in mezar taşında yazan “kimseden korkmuyorum, hiçbir şey ummuyorum, özgürüm” yazısı  bu ada insanının kendini nasıl bağımsız hissettiğinin de kanıtıydı aynı zamanda!

“Iarepetra” deniz kıyısında küçücük bir sahil kasabası olarak günün ikinci durağı oldu. Işıl ışıl bir mavinin kıyısında, başında denizin tuzuyla lekelenmiş şapkasıyla ağ tamir eden balıkçının ” yassas” diye seslenişi, ana kız bizim de yüzümüze sabah aydınlığı kondurdu. Çeşme Reisdere’den 1924’te yeni evlerine gelmiş bu insanlar küçücük bir dernek binasında uzakta bıraktıkları vatan şarkılarını mırıldanır dururlarmış. İçerisinin fesleğen kokulu serinliğinde nefeslenirken gözüme ilişen, Reisdere’de alçı badanalı duvar önünde siyah beyaz fotoğraf çektirmiş 14 yaşlarında bir genç kızın çerçeveli  resmiydi. Fotoğraftaki cilalı  ayakkabılarıyla, saçları düzgünce geriye taranmış pırıl pırıl genç hanım,  dernek kapısını bizlere açan hanımefendi’nin annesiymiş… Belli ki anne kızına hep ağlayarak anlatmıştı suyun diğer yakasındaki çocukluğunu…

Aynı dili konuşmamıza hiç ihtiyaç yoktu. Sadece gözlerimize bakarak o kadar iyi anlıyorduk ki birbirimizi… Bizi gördüğünde kendisiyle karşılaşmışcasına parladı gözleri! Ben kendimi adanın batısında arayacak ve belki de kızıma benim bu yaşta aralanan kapımdan O’nun daha hızlı geçmesi için, kapıyı ardına kadar açık tutacaktım. Ailesinin izini süren 3. kuşak genellemesini, yanımdaki geçmişe saygılı aydın bir genç olan dördüncü kuşak kızım yıkacaktı.

Fatma, Girit Chania’da doğmuş bir genç kız 1800’lerin üçüncü çeyreğinde. Ali ise Rethimno’dan yakışıklı bir genç. Rethimno’lu delikanlıya kız vermeyen Chania’lı, aşka karşı duramayınca adanın Agia Vasilliou semtinde yeni yuva kurulur. Bu yuvanın üç kız bir erkek evladı olur. ” Hamide hanım” bu kardeşlerin içinde annesi gibi ileride ” Chania- Rethimno” evliliği yapacak olandır. Babaannem olarak hayatıma 17 yaşıma varana dek, sonradan farkedeceğim derin bir iz bırakmıştır…O’nun evine doğmak mıdır bunun bunca kuvvetli sebebi, yoksa hayal meyal babaannemin kucağında geçirdiğim, Alişah Amca’nın küçücük bakkal dükkanına bakan pencere önü saatleri mi? Odanın düzenli gibi duran dağınıklığı, yerdeki mozaik taşın ara pırıltıları, duvarın uçuk yeşil kalın mat yağlıboyası, ve hepsinden fazlası o bitmek tükenmek bilmeyen çiğnenmiş karanfil kokusu…Bilmiyorum ama farketmeden yedi yaşına kadar aldığımız öğretilerin, yaşamı aydınlatan ilk ve tek ışık olduğunu söyleyebilirim…

Rethimno’da üç erkek kardeş aynı yıllarda babaları tarafından eşit bir şekilde eğitim amaçlı desteklenir ve gerçek bir Giritli gibi özgür bırakılır. Kardeşlerden biri Paris Sorbonne’a eğitime giderken, bir diğeri mübadele öncesi Ayvalık’a gelip zeytine sevdalanır. Ahmet ise özgür ruhunu Macaristan’da doyurmak için resmin peşini kollar ve bohem bir hayat yaşar. Amcası  O’nu kendi topraklarına, Chania’lı Hamide ile evlilik yapması için çağırdığında yıl 1912’dir. İki özgür ruh buluşur…

Tam da bu dönemde Balkan savaşı patlar. Zorluk içinde Girit ve ada insanı ana dilleri rumca’yı da yanlarına alarak en yakında bildikleri toprak Libya’ya giderler. İşte ilk hasret böyle başlar…Savaş sırası yollar kapanır. Zorunlu ilk sürgün başlamıştır mübadele öncesi. O dönem Libya İtalyan hakimiyetinde olduğundan çocuklarının nüfusları da İtalyan tebaasındadır Hamide’nin.

4 çocuk ile vatanından uzak zorluklar yaşayan Hamide, kızkardeşi Fitnat’ı yanına ister. Anne Fatma’ya yanlarından ayrılmak istemediğini söyleyen Fitnat’ın yerine, diğer kızkardeş Letafet bir başına gemiye bindirilerek gönderilir. Kader ağlarını sessizce örmektedir, usul usul yanaşır Letafet’e…

Libya’lı bir paşanın subay oğlu aşık olur kendisine ve evliliğe talip olur. Ne var ki 29 yaşında bu yakışıklı subay bir trafik kazasında hayatını kaybeder. Letafet hanım son nefesine kadar Libya’da çocuklarıyla yaşayacaktır…

Kendisinin yaşadığı bu bir nevi sürgün, Spinalonga adasıyla örtüştü zihnimde. Kandiya’ya 70 km mesafedeki, lepralıların karantinaya alındığı bu ada, 1957 yılına kadar Yunanistan’daki tüm cüzzam hastalarının zorunlu son adresleri olmuş. Venedikliler’den  kalma taş evlerle bezenmiş bu cennet adanın sakinleri 1,5 km mesafedeki küçük bir köy olan Plaka’dan gelen aile mektuplarıyla, kaybettikleri uzuvlarının acısını hafifletir olmuş.

Bu da bir tür vatan hasreti değil mi? Bu kadar yakınında olup, sonsuza dek uzak olacağını bilmek…

Marquez’in ” Yüzyıllık Yalnızlık” adlı romanını akla getiren  bir yalnızlıktı belki de bu…

İşte elimde avucumda tuttuğum bu kadarcık bilgi, parmaklarımla sıktığım düşürmekten korktuğum kağıtta yazılı yüzyıllık bir adres, Chania’ya ulaşana kadar sabretmem gereken  geçmek bilmeyen bir iki gün…

*Alegori oluşturmayacağım beni çok iyi anladığınızı hissediyorum!

O dönemin ilaç yokluğunda  sıtmadan iki çocuklarını yitirmiş, Ahmet ve Hamide Süner…Necdet doğmuş yitirilenlerin acısını dindirmeye…

Chania’da pasaj içerisinde kahvehane işleten Ali bey bihaberdir olacaklardan. Oysa tek kelime bilmeden suyun öteki tarafına geçeceğini bilseydi, Chania’nın bir kaç deniz mili batısındaki Todoro adasından gelen sert rüzgarın yerden yere çarpan kuvvetinin, yaklaşan fırtınanın yanında  hiç kaldığını da bilirdi.

1866 isyanından sonra çok kişi göç etmişti Girit’ten. Cumhuriyet’in kuruluşunda yer almış sayısız sanatçı ve aydın vardı gelenler arasında…

Savaş sonrası Libya’dan Ayvalık’a geçen Hamide ve Ahmet’in son çocukları olarak doğar İsmet. Sürgün misali geçen yılların son kaybı Necdet’in, yerini doldurmaya çalışır yıllar yılı. O’nun  İtalyan tebaasına ait hüviyetini kullanır bir dönem. Soluksuz kalıncaya kadar çalışan, denize sevdalı bu genç adam ilk makara iplik satar teyzesinin kızı Canan ile Cunda sokaklarında. Yeni vatanlarında zeytine gönül vererek çalışan bir babanın oğludur artık. Yokluk dolu yıllardır bu yıllar. İlkokulu ve liseyi Ayvalık’ta okur ve zeytini  sıkan bir fabrikaya teneke hazırlayan bir imalathanede çalışan küçücük ellerini ve babasının kendisine kıyamayıp, küçük bir çocuk için çok zor olan bu işten bir akşam üzeri ayrılışını hiç unutmaz…

Anne baba konuşmaz geçmiş yılları. Kendi aralarında bile… Derin bir sessizlik ve unutma isteği vardır tüm vatanından koparılmış insanlarda,  ağız birliği yapmışçasına. Yalnızca duvardaki yağlıboya tablolar ve Hamide hanım’ın ceviz ağacı yaprağından yapılmış dudak boyaları ve karanfil kokulu iyi deriden imal siyah çantaları anlatır geçmişlerinin varsıllığını.

Tüm bunlardan önce Fatma ile Ali Agiayornaçi 3 aralık 1924 günü çocukları Fitnat, Mustafa ve Hüseyin ile Urla’nın Karantina adasına doğru yol alırlar, Bahr-i Cedit gemisiyle 1021 kişi içerisinde. Adaya yanaştıklarında 1022 kişilerdir. Yolda dünyaya gözlerini açan bebek, yılgın ruhları güneşin sıcaklığıyla yıkar gibi bir nebze olsun yıkamıştır. Toprağından, bahçesinden bir gecede ayrılmanın getirdiği travmaya  dayanamayan ve karantina’da kalan Ali Bey, tek bir kelime Türkçe bilmeyen ailesi için gayretle iyileşmeye çalışır. Ailesini İzmir’e taşır ve pasaportta Chania’da işlettiği kahvehanesinin aynısını açmak üzere işe koyulur. Ancak üzgün ve yorgun kalbi sadece 35 gün dayanabilecektir… Fatma ise rumca’sı ve üç minik çocuğuyla artık yapayalnızdır!

Chania’da ki kapalıçarşının kalabalığı içerisindeki neşeli atışmalar, eşi Ali Bey’in kendisini ve çocuklarını kollayan nefesi yoktur ama amazon kadınlarında olan çok güçlü bir karakter ve mücadeleci bir ruh  vardır. O bir Agiayornaçi kadınıdır…

Tüm bunları neden mi anlatıyorum? Girit’te kaldığım ve sokaklarında adım attığım her an bu “yeni ben” ile birlikteydim…Bu yüzden, Hamide hanım gibi genç kız edasıyla adım attım Deniz müzesi’nin, Bıçakçılar Çarşısı’nın orada, Ahmet Bey için gezdim Rethimno’nun tüm sanat galerilerini, hasretle değdim Porteza kalesi’nin taşlarına…Fatma Hanım gibi toprağa dokundum eski Türkler’in bahçesi Harekah’da. Chania limandaki deniz fenerinin orada İsmet gibi soludum iyotu, O’nun gibi baktım kıyıdan geçen Tirhandil’e. Kahvenin köpüğünde Ali Bey’i buldum, gün batımında gurup renklerinin uzaklığında Letafet için akıttım gözyaşlarımı. Canan’ı buldum her güzel kadın kahkahasında…

Adresleri bulduğumuzda elimdeki kağıt parçası artık üzerindeki tükenmezi dahi eritmişti elimin sıcaklığıyla. Ben kendimle karşılaşırken bu en ilginç yolculukta, kızım Ayşıl film tadında geçen bu çok özel günlerden kendisine şöyle bir son söz çıkarmıştı…

Anlatmayan ve geçmişi içlerinde hapseden aile büyüklerinin yakalandığı “Alzheimer” hastalığının,  sessizce uzaklara bakan gözleri ve unutma ihtiyaçları arasındaki ilişkisini doktora tezi olarak işleyecekti…

Lozan Mübadilleri Vakfı’na sevgilerim ile…

Mehtap Süner Susuzlu

 

*Alegori oluşturmak: bir görüntü, bir yaşantı ya da bir davranışın daha iyi kavranmasını sağlamak için göz önünde canlandırıp dile getirme sanatıdır.